Büyük şehirlerin, kentlerin hep imtiyazlarından bahsedilir. Ben biraz imtihanlarından bahsedeceğim.
Yaygınlaşan ve her gün biraz daha kalabalıklaşan kent hayatı, birey olma eğilimindeki insanı zora sokuyor. Düşününce bu büyük nüfus, varoluşçu bir süreç içinde kendi tercihleriyle benliğini yaratacak insana çok fazla seçenek gösterip; "ne olup ne olmamasına" dışarıdan bakan bir gözle karar verme şansı tanıyor olsa da bunu doğru kullanabilecek kabiliyet az insanda var. Çoğunluk ya etki altında kalarak gördüğü herhangi bir yola öylece giriyor, yahut tepki olarak başkalaşmaya çalışırken zorlama bir davranışla tersine... Sonuçta suni bir kimlik peydah oluyor.
Bunun dışında kent hayatının bireyselleşme yolundaki insanın önüne koyduğu, aklı gölgeleyen pek çok hal var. Bu hallerden biri popüler olanı reddetmek. Az evvel bahsettiğim tepki olarak başkalaşmanın sonuçlarından biri aslında bu. Hak edene layığını teslim etmemeye varıyor bu yol. Ciddi anlamda yaygın bir kültür gibi söz konusu reddediş. Üzerinde düşünerek; estetiktir, derinliktir muhakeme edilerek reddedilmediği için aklı gölgeleyen bir hal olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Bu muhakemelerin yapılıp yapılmadığını kişinin sivri çıkışlarından kolaylıkla anlayabilirsiniz.
Öte yandan bir karakter sahibi olup; bir doğru üzerinde, bir çizgi dahilinde yaşamak isteyen, kısaca yine birey olmak isteyen kentliyi de zor bir ortam karşılıyor. Hele benim gibi septik bir insansanız bunu yapmak çok zor bir iş. Gün boyu onlarca insan ile karşılaşıp hepsine ön yargım olmadan yaklaşıp hepsini anlamaya çalışırken doğru olan nedir seçemez oluyorum. Bazen Ahmet Yesevi gibi kazıp yeri giresim geliyor içine. Tabii "zoon politikon" engeline takılıyorum.
Aslında bireyselleşme yönteminde en başta mı yanılıyoruz? Nihayetinde bu yüksek bir değer. Ulaşmak için birey olmadan, özgün olmadan önce geçirilmesi gereken bir süreç olmalı. Sanatçının sanatçı olana kadar öncülerinden süzerek sentezlediği kişiliğini mukayeseyle düşünüp, oradan öykünmek bireyselleşme adına mantıklıca olabilir. Gerçi burada yine başa dönüyoruz. Bu; kabiliyet gerektiren, uygulamalı bir varoluş sürecine benziyor.
Aklını kullanarak her şeyin üstesinden gelebileceğini düşününen ben (bu kentin değil Kant'ın getirdiği bir düşünüş biçimi) bir yazımı daha yargısız tamamlıyorum. Kafam karışık. Çıkardığım umumi sonuçlar da başka yazılara "başlık" olacak kadar geniş, net değil.
İstisnaların varlığı saklıdır. Ancak bu "başlıklar" belki bir gün kentte yaşayan herkesin kentli olmadığını, kentli hep kendi içinde yaşasa da kentlinin hiçbir zaman birey olamadığını ifade edebilir.