En büyük belalar benim başıma geldi
Buldu beni felaketler saklandığım halde
Hem yerim yurdum yok yolcuyum
Gizli gemiler içindeyim
Dalgalandım bulandı suyum dalgalandıkça
Durulmadım
Kımıldıyor kulağımda uzak sesler şimdi
Uzak akrabalar gibi yalnız öğüt verir hepsi
Derler ki
Durul yolcu
Vakit doldu
Bulanık suyun ısındı
Bir sonraki liman
Alabora
17 Şubat 2020 Pazartesi
14 Şubat 2020 Cuma
Turist
Sultanahmet Meydanı'nda oturur kalırım
Gelip geçenler belki turist zanneder
İçkiyi belki akış hızını kabullenemez kanım
Akmaya niyetlenir her gece
Hayalimde çenemi namlulara dayarım
Gelip geçenler belki turist zanneder
İçkiyi belki akış hızını kabullenemez kanım
Akmaya niyetlenir her gece
Hayalimde çenemi namlulara dayarım
Şeytanın Duası
Bu sabah da yeniden başlayamadım güne
Anlamadı beni gece uykuyla uzlaşmadım
Karanlığın içinde hırıltılar biçiminde
Şeytanın duası daima üzerime
Eksik olmasın eksik olmasın
Anlamadı beni gece uykuyla uzlaşmadım
Karanlığın içinde hırıltılar biçiminde
Şeytanın duası daima üzerime
Eksik olmasın eksik olmasın
Başka Dünya
İki şişe daha içsem şimdi aynı taşa basmazdım
Kaldırımlar cennete çıkardı kendime katlanırdım
Başka renk görürdüm gökyüzünü
Seni bir başka hatırlardım
Kelimelerin daha sevecen
Daha kadife sanki sesin
Beşiktaş'ta hala kalbim elinde elim
Şair Nedim başımızda nöbet bekler
Oysa köşebaşında zebaniler
Bana kızma dizlerine isteyerek yatıyorum
İki şişe daha içtim
Levhalarda oklar ileriyi gösterirken
Hangi günaha girsem şimdi affedilir
Gülümsemem şeytanı kandırır
Belli ki kendimi kandırmayı seviyorum
Bir iş başaracak olmanın hevesiyle
Yine aynaya gülümsüyorum
Bana kızma dişlerimi istemeden sıkıyorum
Hiçbir şişe içmesem şimdi uyuyor olurdum ey gece
Dün şafağa karşı kalemimi tavana astım
Tan yeri ağarırken ruhu bedenden ayırdım
Rüyama müteakip defnedeceğim yine yarın
Keyifli bir rutin olmadığı söylenebilir
Bana kızma mezarlıklardan çıkamıyorum
Kaldırımlar cennete çıkardı kendime katlanırdım
Başka renk görürdüm gökyüzünü
Seni bir başka hatırlardım
Kelimelerin daha sevecen
Daha kadife sanki sesin
Beşiktaş'ta hala kalbim elinde elim
Şair Nedim başımızda nöbet bekler
Oysa köşebaşında zebaniler
Bana kızma dizlerine isteyerek yatıyorum
İki şişe daha içtim
Levhalarda oklar ileriyi gösterirken
Hangi günaha girsem şimdi affedilir
Gülümsemem şeytanı kandırır
Belli ki kendimi kandırmayı seviyorum
Bir iş başaracak olmanın hevesiyle
Yine aynaya gülümsüyorum
Bana kızma dişlerimi istemeden sıkıyorum
Hiçbir şişe içmesem şimdi uyuyor olurdum ey gece
Dün şafağa karşı kalemimi tavana astım
Tan yeri ağarırken ruhu bedenden ayırdım
Rüyama müteakip defnedeceğim yine yarın
Keyifli bir rutin olmadığı söylenebilir
Bana kızma mezarlıklardan çıkamıyorum
Tanpınar'a Mektup
Muhterem efendim,
Cevabı gelmeyecek bir mektuba nafile nezaket sorularıyla başlamak pek samimi olmayacak. Bu nedenle her mektubun aşina olduğu o bilindik giriş faslını atlamış bulunuyorum. Ancak umarım iyisinizdir. Maddi varlığınızla aramızdan çok önceleri ayrıldınız. Şimdi ait olduğunuz boyutta zamandan kopuk, yani zihninizi daima meşgul eden mefhumdan ayrı, gönül rahatı içinde olmanızı dilerim.
Mektubuma başlarken biraz kendimden bahsetmek sanırım isabet olacak. Hem bu vesileyle sizinle samimi bir temas kurmak imkanını da kendime sunmuş oluyorum. Nitekim ben sizden, hususi hayatınız da dahil olmak üzere fazlasıyla haberdarım. Eserlerinizdeki tezahürle kendinizi gösterdiğiniz gibi ben de kendimi size gösterebilirsem ne mutlu bana.
Bu ülkenin temel değerlerine bağlı fakat her kesimiyle alışverişi olan bir anneyle baba tarafından İstanbul’da yetiştirildim. Babamın memuriyeti sebebiyle birkaç kırıcı, ufak ayrılığa mecbur kalsam da kendimi bildim bileli bu ‘’sisli’’ şehirdeyim. Henüz hukuk fakültesi talebesiyim. Hukuka olan ilgim, edebiyatın aksine, ailemce fitillendi. Küçük yaşta babamı görmek adına gerçekleşen adliye ziyaretleri, sonraları biraz yaş alıp iş görür duruma gelmemle basit büro işlerini halletmek uğruna şekil değiştirdi. Öyle zamanlarda çok şey görüp öğrendim. O etki olmasaydı hayatım nasıl olurdu, bugün acaba hangi yolun yolcusuydum bilmiyorum.
Varsayımlar bir yana dursun, kısa ömrüm için söyleyecek fazla sözüm yok. Her insan gibi bana da yaşadıklarım özel ve hatırlanmaya değer görünse de bunların kimseye tesir etmeyeceğini biliyorum. Yazmayı da geçmişe nazaran azalttım zaten. Emek verilecek daha somut uğraşların, mahkumu olduğumuz gündelik işlerin peşindeyim. Edebi hevesimden eksildi sanılmasın. Bir ruh sahibine dokunacak durumlara kayıtsız kalan insanların arasında yazmak artık bana zulüm geliyor. Üstüne hukuk fakültesi, stres ve pembe dosya kokan adliye koridorları, sonra oradan baş aşağı düştüğüm Beyoğlu’nun kirli geceleri beni o korktuğum düz adam haline getirdi. Gerçi üç senede kimse böylesine değiştirilemez, değişeceği varsa vesile bulur kendine. Kendimizi kandırmayalım.
Geri dönüp baktığında ne yaptın bu yaşa kadar diye soracak olsanız sayıp dökecek pek bir eserim yok. Yan yana koyulsa yarım yamalak şairliğim, azıcıktan biraz fazla yazarlığım, yani meyve vermeyen ağacım, edebiyatçılığım sizi tatmin etmez. Beni bile etmiyor. Zira daha iyilerini yazacağıma inancım var. Ama ben zaten uzun zamandır tatmin olma gayretini üzerimden atmanın peşindeyim. Büyütülürken size yüklenen o büyük misyonun dışına çıkmak gerekiyor. Küçük de olsa belki o zaman gerçek meselelerin önemli aktörü olabilirsiniz. Fakat efendim, insanlar bu hırs yoksunluğunu boşvermişliğe yoruyor. Yaşadığım hayat uzaktan vasat bir cins şairi tasarlatıyor. Genç, başarılı ve nedense acılı. Bu durumdan biraz rahatsızım. Esasen çok daha basit bir şey istediğim. Evet ben kenar köşede kimsenin okumadığını yazıyorum. Yazıyorum ki insanlar kafamda kurduğum ve her cümlesiyle herkese biraz daha dolduğum savruk yazımla, nereden bakarsanız bakın yine en az onun kadar savruk yaşantıma ikinci kalite ve kuşku dolu bulgularla dahil olabilsin. Mümkünse bir şeyler paylaşabilsin. Yalnız ve yalnızlığı seven bir kimsenin bunu istemesi, hatta çok zaman etrafından insan eksik olmaması çelişki midir? Evet, evet, evet! Kafayı yemek, delirmek işten değil. İşin içinden çıkamıyorum. İç cebimde artık o gün yüküm neyse önce hepsini çarçabuk içip yudum yudum çoğalıyor, sonra litre litre eksilip her gün başka bir semtin kanalizasyonuna karışıyorum.
Yakınlarım benim için detaycı, çok zor adam diyor. Erken ölmek için yaşıyor gibiymişim. Bunları reddedemem ama bilmiyorlar ki zaten ben her gece ölüp bir şekilde her sabah tastamam uyanıyorum. Her sabah tekrar işin içinden çıkamıyorum. Lokman Hekim’in dizeleri geliyor aklıma: Ayağını sıcak tut başını serin/ Kendine bir iş bul düşünme derin. Beyit çok haklı olsa da insanın haklı bulduğu her şeyi hayatında tatbik etmesi kolay değil. Yine de belki ufak bir imkan vardır diye denemek istiyorum. Yöntemde mi hata yapıyorum bilmem ama her seferinde üşümüş ayaklarımla daha derin düşüncelerde yorulmuş buluyorum kendimi. Bir başıma herhangi bir semtin bilmem ne mahallesinde, ta neresi sokakta düşünürken ya da o semtin varsa tarihsel meydanında aylak aylak yürürken... Tabii bulabilirsem. Kendini bulmak yalnız dile kolay. Dalgınlığınız bir raddeye geldi mi içinizdeki sizi tanıyamazsınız.
Saygıdeğer efendim, bu kadar karamsarlık kafi derseniz hakkınız var. Ancak ara sıra bir nöbet misali gelen karamsarlığın mutluluk için mahzuru yok denebilir değil mi? Sizden gıpta ederek öykündüğüm sadelik ve derinliğe halel getirmeyecekse içimden geldiği gibi yazmaya gayret ediyorum. Hem dile külfet olmadan dertlerden arınmak edebiyatın bir başka işlevi değil midir? Hatta siz bihabersiniz ama edebiyat bugün neredeyse yalnız bu işleviyle kullanılır oldu. Biçim kaygısı sürgün edildi ve biz Türkçe’nin lezzetine hasret kaldık. Anlayamadığım bir şey bu. Yeryüzünde kendi sanatından farklı bir cins sanat olabileceğini idrak edemeyen yazar egosunu gerçek bir sanatçıya ya da kendime konduramasam da söyleyiş güzelliğinin yok sayıldığı bu düzeni sindiremedim gitti. Edebi söylemden yoksun olduğumuz gibi sadelik ve samimiyet de hak getire. Öyle ‘’tacir yazarlar’’ var ki, kendilerini bu işi severek yaptıklarına kat’iyen inandırıp, kalemleriyle keyifleri arasında sıkışıp kalıyorlar. Sadece sahteliğin bittiği yerde okuyucuyla buluşulduğu bugün bir bilinmez gibi.
Mektubumun fuzuli bir şikayetnameye evrilmemesi adına bu sevimsiz bahislerden yakınmayı kesiyorum. Kolay olmadığını bildiğim halde şimdilik eski edebiyatımızdan beslenmek ve sizinle bütünleşmek idealindeyim. Evet, siz daha iyi bilirsiniz ki sanat üretmek de sanattan beslenmek de eninde sonunda biraz hava meselesidir. O havayı yakalamada imdadıma koşan yerlerden biri, birkaç sene evvel adınıza oluşturulan Alay Köşkü’nden bozma kütüphanedir. Sergilenen kişisel eşyalarınız, Köşk’teki somut varlığınız, ders çıkışı Divan Yolu’nu bitirip Alemdar Caddesi’nden aşağı tatlı yokuşu inerken Gülhane Parkı’na sapmak için öyle geçerli bir neden ki... Orada dikkatimi diğer her nesneden çok çeken gözlüğünüzden bahsetmem lazım. Çoğumuzun sizinle aynı kaldırımları çiğnediği kentte, kendimizinkileri de benzer işlere özgülediğimiz hayatınızdan günümüze kalan anlamlı nesnelerden. O gözlük işlevinin çok ötesinde bir göstermek amacına hizmet etmiş. Çünkü takan Tanpınar olunca, önünü ardını herkes görüyor.
Literatüre her girenin fikir ve zevklerine körü körüne sürüklenecek yaşı aştığımı sanıyorum. İnceliğinizi günbegün kavradıkça sizi kendime kılavuz aldığıma yeniden sevinip daha çok faydalanmaya can atıyorum. Toplumsalı bireyle, mizahiyi ciddiyetle, estetiği sadelikle verebilmek ne büyük mucizedir. Birbiriyle yarışıp yenişemeyen sanat ve düşünce adamı kimliklerinize gıpta edip, kınanmayacak kadar bir kıskançlık beslediğimi de hoşgörünüze sığınarak eklemeliyim. Hem siz ki ölülerin sessizlikleriyle var oluşlarına bir istisna getiriyorsunuz. Bu satırları yazarken bile büyüklüğünüz başımda bekleyen naif bir bilgin gibi kalemimi titretiyor. Derin saygımla hayli titiz davranıyorum. Cümlelerimin amcalarını memnun etmelerini isterim. Sanatınızla bugün bile numune olmayı bir rahmet bilin. Sonsuz rüyanızda huzur ve nur içinde yatın
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)