29 Mart 2020 Pazar

Aidat

O sabah kapıma, daha önce hiç görmediğim iri yarı bir adam geldi. Elinde, poşet dosyada muhafaza edilmiş belgeler vardı. Uyku sersemliğiyle düşündüm, bir dilenci veya ramazan davulcusu olabilirdi. Ancak mübarek ayda değildik ve kapı deliğinden gördüğüm bu adam oldukça iyi giyimliydi. "Kim o?" demeden açtım. Büyük bir ciddiyetle tanıttı kendini:
- "Ben Münir Gezer, site yöneticisiyim." Devamında son üç ayın aidatını ödemediğimi, bu nedenle verdiği iban numarasına, Sosyalbank Kadıköy Çarşı Şubesi'ne gerekli meblağı yatırana kadar gönderi ve hikaye paylaşma kabiliyetimin askıya alındığını, sadece beğeni yapabileceğimi söyledi.

Soru sormama fırsat vermeden elime bir kağıt parçası tutuşturan Münir Gezer, acele ile yoluna gitti. Kapıyı kapatıp içeri geçtim. Kafam allak bullak olmuştu. Sitede oturmuyordum. Üstelik gönderi ve hikaye, kapıcıya veya asansöre ilişkin kavramlar değildi. Sonra adamın bahsettiği sitenin, bir internet sitesi olabileceği geldi aklıma. O ana kadar yüzüne bakmadığım, daha doğrusu bakmayı akıl edemediğim, elimde okunmak için kıvranan kağıt parçası da aynı şeyi söylüyordu.

*

Fotogram üyeliği için aidat ödendiğini o güne kadar duymamıştım. Daha önce hiçbir talepleri olmamıştı. Öyleyse niçin "son üç ay" denmişti? Kim bilir ne zamandır böyle bir uygulama vardı? Daha önemlisi, önceleri benim adıma bu borcu ödeyen biri veya birileri vardı. Aklıma kimseler gelmedi. Acaba adam basit bir dolandırıcı mıydı? Çünkü haberdâr etme usulleri garipti. Kapıma böylesine bir adam gelmesi akla yatar iş değildi. Ayrıca o güne kadar karmaşaya kurban giden, ne olduğunu anlamadan elinde avcunda ne varsa dolandırıcılara kaptıran çok insana rastlamıştım. İçime kurt düşmüştü.

Telefonumu elime alıp Fotogram imgesine dokundum. Hemen bir fotoğraf seçip paylaşmayı denedim. Defalarca tekrarlamama rağmen sonuç olumsuzdu. Site yöneticisinin söylediğini teyit etmiş oldum. O an gerçekten telaşlandım. Sürpriz bir borçla dünyamdan koparılmıştım, saf dışı kalmıştım. Domuz kumbaramı yere çalıp tüm nakdimi yanıma alarak bankaya doğru yola koyuldum.

*

Evim hemen çarşının dışında olduğundan bankaya çabuk vardım. Saat henüz erkendi. Vakit kaybetmeden işimi halleder, özgürlüğüme kavuşurum diye düşündüm. Fakat akıbet hiç de beklediğim gibi olmadı. İçeri girdiğimde ben yaşlarda bir sürü gencin vezneler önünde uzun kuyruklar oluşturduğunu gördüm. Mahşer yerini andıran bu kaos manzarasıyla tadım kaçtı. Ancak işimi hiç ertelemeden halletmek istiyordum. Numaratörden bir numara aldım. Oturacak yer yoktu. Sonu belirsiz kuyruklardan birinin ucuna eklendim.

*

Yarım saat sonra hâlâ önümde, işlem bekleyen yüz doksan sekiz kişi vardı. Esasen bir yere varmayacağını bildiğim boş muhabbetlere girmesem de, can sıkıntısı insana neler yaptırır. Önümdeki çocuğun sırtına dokundum. "Pardon" dedim. Geniş omuzlarıyla ağır ağır döndü. Boylu poslu, alımlı bir delikanlıydı. Mermer bir büstle kıyaslayabileceğiniz kemikli bir yüzü, kusursuz bir fiziği vardı. "Ne kadar talihli adam" diye düşündüm. Sonra yüz yüze kalakaldık. O an ben de konuşamadım, incelemeye daldım. Yüzü, diğer yandan yine mermer bir büst gibi durağandı. Donuk mimikleriyle, boş bakışıyla karşımda öylece duran bu surata anlam yükleyemedim. Maddi ve manevi varlığıyla bende ikilem yarattı. Galiba yaratan, estetik harikası bu eserinden vergisini acımasız bir diğer yolla almıştı.

"Siz de mi aidat borcu kapatmak için buradasınız?" diye sordum. Konuşmadı, onaylar gibi başını salladı. Bu çoçuk çok havalıydı! Her haliyle benim burada ne işim var diyordu. Besbelli böyle yerlere ait değildi. Ortaçağdan kalma devrik bir kral gibi memnuniyetsizdi. Başını sokacağı bir sarayı olmadığı, bankada merâsimle karşılanmadığı için buruk bir hali vardı. Sanki az evvel komşu ülkenin liderini azarlarken bir anda büyük salona dalan yaverinden öfkeli bir halk isyanıyla devrildiğini öğrenmiş, ardından Fotograma olan aidat borcunu ödemeye, buraya gelmişti.

Yine de zamanla bir şekilde dilinin bağını çözebildim. Kendimi bildim bileli insan gözlemlemek için yaşıyordum. Böyle bir numuneyi kaçıramazdım. Hem birazdan anlatacağım gibi, sadece susmaya devam edemediği için gözden düşen bu yarı-talihli yaratığın dostluğundan henüz memnundum.

*

Banka öğle tatiline girdiğinde senli benli olmuş, iyiden iyiye samimi hale gelmiştik. Ayakta dikilmekten bir süredir sol tabanımda bir acı vardı, üstelik acıkmıştım da. Ona, bir yerlere oturup birlikte yemek yemeyi teklif edecektim. Bu teklifim bir davet olarak algılanır mı, hesabı ödemem gerekir mi diye düşünüp ilkin tereddüt etsem de, taze bir dosta ısmarlanacak öğle yemeğinden çekinmenin cimrilik sayılacağına karar verdim. Orta yolu bulduğumu kendime ispatlarcasına Kadıköy'ün en vasat dönercisine davet ettim onu.

Siparişlerimizi beklerken gelecek planlarından bahsetmeye başladı. Öyle kaygılı bir hali yoktu, iştahla anlatıyordu. Bu yıl ikinci kez üniversite sınavına girdiğini, ümitsiz bir okulun ümitsiz bir bölümünü kazandığını, ilk dönem çok çalışıp işleri başından sıkı tutacağını ve "mutlaka" daha az ümitsiz bir başka bölüme geçiş yapacağını hep o sıra öğrendim. Karşımda oturan bu yeni dostumun somut gerçeklikle ilişkisini düşününce, gözümde altı yaşındaki kuzenim canlandı. Bir an dalıp gitmiş olacağım ki tekrar yüzüne bakıp dinlemeye başladığımda, yine eğitim hayatına mahsus, fakat bu sefer bambaşka bir konudan bahsediyordu. Girişini kaçırdığım bu faslı pek anlayamadım. Kendimi ele vermeden konuyu kapatmak istiyordum. İmdadıma yine o yetişti. Tanıştığımız an bana yaptığı kafa hareketiyle bu sefer ben onu onayladım. Fakat devamında daha güzeli oldu. Ağzımı açmama lüzum kalmadan sohbetin seyrini o değiştirdi. Az önce tasarılarından bahsederkenki iştahı, coşkusu birdenbire uçup gitmişti: "Aslında okumakta para yok, okumanın gereği de yok. Ticarete atılacaksın, ne varsa ticarette var." dedi. Birkaç saniye duraksayıp ekledi: "Gerçi bir yerde sermaye meselesi..."

O güne kadarki hayatımda bir şey öğrenmiştim. İnsanlara istediklerini vereceksiniz. Ben de ona duymak istediği cevaplar veriyordum. Akıl yoluna dönmesi için yalvarmadım. Kişiliksiz insanlar gibi yılmadan her lafını onaylamaya başladım:
- "Tabii kardeşim, ticaret gibisi var mı? Hem okumak iyiyse de eninde sonunda para kazanmanın aracıdır."

Bir kere hızımı almıştım. İstediği malzemeyi ona cömertçe sunuyordum:
- "Bir futbolcunun kazandığını, okuyan adam kaç senede kazanır hesap et." diye ekledim. Bu, bir süre daha tam ayarında devam etti.

Sonra muhabbete doydum. Yemeklerimiz gelmişti, sıra karnımı doyurmaktaydı. Tabanımdaki acı da oturuyor olmama rağmen dinmiş değildi. Tahammül çemberim git gide daralıyordu. Birlikteliğimizin bundan sonrasının beni sıkacağını anladım. Karşımdaki yarı-talihliyi dinlemek artık ilk zevki vermiyordu. Bu çocuğun orta yolu yok muydu? Konuşturana kadar akla karayı seçtiğim insan, şimdi susmak bilmiyordu.

Yemeğim bitene kadar yalnız karnımı doyurmakla meşgul oldum. Hiç konuşmadan yememe rağmen; o, onca şey anlatıp yine de elindekini benden evvel bitirebildi.

Ben de bitirdiğimde ise onun garsona "aynısından bir tane daha" ısmarladığı yeni gözdesi, sultan ikinci kaşarlı yüz gram'ı beklemeye koyulduk. İnsan eski alışkanlıklarını kolay terk edemiyor. Artık devrik bir kral olsanız da vaz geçilmezleriniz sizinle yaşar. Bu sebeple içimden hayıflandım, ancak yine ona hak verdim. Cüssesinin sadakaya kanacak hali yoktu. O koca bedeni; minik, tek bir dürümle tatmin etmek imkansızdı.

Karşımdakini dinler görünüp bu sefer etrafı seyretmeye başladım. Gözleriyle insanı taciz edenlerden olmamak için adetim üzere başka başka masalara, kısa, kaçamak bakışlar atıyordum. Çaprazımızda, sırtı bana dönük oturan adam burnunu karıştırıyordu. Elini burnundan çekip etrafı kolaçan etti. Masasında peçete yok muydu hiç dikkat etmedi. Sonra işaret parmağını sandalyesinin altına sürterek parmağındaki kalıntıyı temizledi. İhtimal aynı el ile biraz sonra yemeğini yiyecekti.

Ötede, insanın böyle bir mekanda görmeye aşina olmadığı, her biri takım elbiseli, üstelik aynı takım elbiseyi giymiş, her yaştan kalabalık bir erkek grubu oturuyordu. İçlerinden birini gözüm ısırır oldu. Sonra tanımakta zorlanmadım. Evet, sabah kapıma dayanan adamdı bu: Münir Gezer!

Ne yalan söyleyeyim, o an yerimden fırlayıp yanına gitmek istedim. O benim için, vasıtasıyla huzur bulacağım mübarek adamdı. Sabahleyin soramadığım, zihnimin tavanında asılı kalmış her şeyi, içine düştüğüm bu belirsizliği aydınlatacak lamba, tesadüfen dibimde parlamıştı. Ancak yapamadım. Önce aynı masayı paylaştığım insana baktım. Nihayet eski konuşkanlığı kalmamıştı. İlgisizliğimi hissetmiş olacak ki susup kabuğuna çekilmiş, önündeki tepsiye gömülmüştü.

Ona kalabalık grubu, benim adamı işaret ettim. Sabah yaşadığım garip olayı anlatıp adamın kim olduğunu açıkladım. Yanlarına gidip birkaç soru sormak için, hemen dönmek kaydıyla izin istedim. Bunca ilgisizliğin üzerine şimdiki nezaketimle günah çıkartıyordum. Sanki biraz gönlünü almıştım. Gülümsedi, müsaade verdi. O an gerçek centilmenlerdik!

*

Münir Gezer başta beni çıkaramadı. Birazdan bahsedeceğim yoğunluğu düşünülürse, hakkı da var. Kısa bir hatırlatmadan sonra merakımı giderecek cevaplar almaya başladım. Çantasındaki evraka bakarak anlatıyordu. Her sorumda tekrar sayfaları karıştırıyor, verdiği cevapla bende bir mantık uyandırıyordu. Sonunda her şey yerli yerine oturmuştu.

*

Sabah kendini site yöneticisi olarak tanıtan, mühim işlerin adamı sandığım Münir Gezer, gerçekte bir posta memuru gibi kapı kapı gezen, iletilmesi gereken ne var ne yok tebliğ eden basit bir çalışanmış. Demek her teşkilatta yaşayan, yüksek sıfatlar altında ucuz işler gördürmek kolaylığı burada da yaşıyordu.

Giysileri, diğer tüm çalışanlar gibi kurumunca temin edilmiş. Ben ise onun nazarında; bölge bölge, semt semt paylaşılan bir yığın adres arasında payına düşenlerden sadece biriymişim. Acelesinin, iki kelam edemeyişinin sebebi bu yoğunlukmuş.

Öğrendiğime göre Fotogram, yeni yılla beraber aidat usûlüne geçmişti. Onuncu ayda olduğumuz gerçeği ile en azından dokuz aylık muaccel borcumun olduğu açıktı. Meğer ki Anayasamızın ikinci maddesinde yer alan "sosyal devlet ilkesi" gereği; Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığımızın girişimi sonucu, yirmi beş yaş altında ve öğrenim görmekte olan Fotogram kullanıcıları için bir burs fonu oluşturulmamış olsun! İnceleme komisyonlarının tetkiki ile bursa hak kazanan profiller belirleniyor, onlar adına bu fon otomatik olarak aidatlarını ödüyormuş.

Evet, çok aktif, iyi bir kullanıcısı olduğum Fotogramda başarı bursuyla ödüllendirilmiştim. Devlet teşviği nihayetinde dağıtıldığını öğrendiğim bu burstan faydalanmak gururumu okşamıştı. Bilimin, sanatın yanı sıra böyle önemli alternatif dalların desteklenmesi isabetli bir uygulamaydı. Ancak ne olduysa üç ay önce olmuş, rağbet görmeyen paylaşımlarım nedeniyle bursum kesilmişti.

*

Masama döndüğümde dostum yemeğini bitirmiş, hesabımızı ödemiş, beni bekliyordu. Mahcup oldum. Bende tekrar sonsuz bir kredi açmıştı.

*

O gün ikimize de sıra gelmeden banka kepenk kapattı. Akşama kadar birbirinden ilginç, radikal fikirlerini dinledim. Hiçbirini yadırgamadım, hiçbirine şaşırmadım. Ayrılık vakti geldiğinde belki bir daha görmem endişesiyle son kez yüzüne baktım. Ne kadar gerekli olursa olsun, bir ayrılık her zaman kötü bir şeydir.

Ayrılık meselesinde yanılıyormuşum. Birkaç dakika sonra cebimde telefonum titredi. Ben bunları düşünür, yürürken; o, sosyal medyadaki tüm mecralarda beni bulmuştu. Sonsuz ayrılığımıza gönlü razı gelmemiş olacak ki bundan böyle bizi hayat ortağı yapacak, günün her saati en mahrem hallerimizi paylaşacağımız ekranlarda yakın ve sıcak bir temas hali ile kalacaktık.

*

Eve zor vardım, girer girmez de günün yorgunluğuyla kendimi koltuğa attım. Saatlerdir acıyan ayağımı ovuştururken çorabımdan parmaklarıma bir şey takıldığını hissettim. Sonra avucuma sert, pembe bir nesne yuvarlandı. Kumbaramın, yani merhum domuzcuğumun parça parça olmuş bedeninin sivri bir köşesiydi. Demek benimleydi, demek onu tüm gün ayakkabımın içinde gezdirmiştim. Bunca zaman birikimimi himaye eden sadık hizmetkârımın hatırasını bir süre daha yaşatmak istedim. Parçayı cebime attım, yerleri süpürmeden uykuya daldım.

20 Mart 2020 Cuma

Öteleme

Tıp fakültesine gelip yerleştiği günden beri bu şehri çok seviyor. İstanbul’da yaşama, buradan faydalanma ve bu kentin keyfini sürme becerisine sahip. Kent kültürünü içine sindirdiğini düşünüyor. Ancak her alanda ve her zaman olduğu gibi onu huzursuz eden meselelerin burada da farkında. Zaten zaman ve mekan gözetmeksizin her şeyi tahlil etme alışkanlığı illet gibi yakasına yapışmış. Hem tahlil dediysem öyle ucuz bir bakışla değil, enine boyuna, etraflı bir irdeleme marifetiyle. Örneğin bir vakaya eğildi mi, eksiği gediği neyse en ince ayrıntısına kadar döker, ancak ve sadece kibarlığını bozacağı raddeye geldi mi durur, söyleyeceği bitmediyse de öylece keser.

Gel gelelim, olan bitene bütüncül bakamadığını düşünenler de vardır. Sebebi açık: Nursuz adam, her insana yöneltilebilecek türlü olumsuzluğu en gizli ininde bulup çıkarırken, gün gibi aşikar güzellikleri ıskalar durur. Tabii buna ıskalamak denirse. Çünkü Doktor için güzel ve iyi zaten hayatın temel taşıdır. Olması gerekendir. Büyük farkındalığıyla böyle konuları boş geçer. Ona göre iç açıcı hususları konuşup kimseyi şımartmaya gelmez. Üzerinde durulması gerekenler, düzeltilmesi elzem davranışlardır. Hayat, aferincilik oynanacak bir gül bahçesi değildir. İnsana yapılabilecek en büyük iyilik, fark edemediği kusurlarını bahşedip ona kendini düzeltme imkanı vermektir.
İlkeleri ekseninde, bir uğurda sürdüğü yaşamı içinde bu tavrını kemikleştirdi ve nursuz damgası yeme pahasına bir gün olsun değişmedi. Ki adamcağız hakkında söylenenleri pek önemser, kendine dert ederdi.
Onu huzursuz eden meselelerin noktası virgülüne farkında olması, sürekli bir tedirginlik ve dikkat halinin kerametidir. Huzursuzluklarının birincisi ve en önemlisi: İnsan ilişkileri. Bu husustan bahsederken yüzü düşer, aynı lafı tekrarlar durur: “İyi niyetimin dışa vurumu bu kadar olumsuz, nursuz olunca, ilişkilerim de pek hayırlı olmuyor. Uyumsuzluğun sorumlusu benim belki ama insan bu, içerleyip anlayış beklemez mi?” 

Kimseyi şımartmayan Doktor, belli ki şımartılmak istiyordu. Beklediği ve bulamadığı bu anlayış onu genç yaşında eksik bıraktı. Bilseniz kaç zamandır kronik bir kırgındır o...
Diğer bir önemli sorunu, ömrünün her döneminde, hatta tıp fakültesine devam ederken dahi kendi geniş çevresince mirasyedi olarak görülmesidir. Üzerine basılan bu damgayı ve getirdiği hissi ne yapıp edip belleğinden atamadı. Cemiyet ortamlarında konusu açıldı mı muzdarip bir edayla araya girer, “Bir düşünün” derdi, “Doğumunuzla beraber yüksek bir refah içinde olunca, türlü meziyetiniz de olsa tebrik edilmezsiniz. Faydalı işlerinizin hepsi için kolayca bir neden bulunur ve bu neden çoğunlukla ailenizin maddi gücü olur.”
İlk gençlik yıllarında öyle ağır hissetmese de sonraları bu durum onu yadırganmayacağı ortamlarda var olmaya, kendisi için görece zengin insanlarla vakit geçirmeye itti. Gelişigüzel elitizmin hoşuna gittiği olur, kadehleri gibi balon bunalımlarıyla ona kucak açan yapay dostlarına bazen kendini kaptırırdı. Ancak bu yolu izlediğinde üzerindeki mirasyedi damgasının iyice pekiştiğini düşünüp yine tadı kaçardı ve sorardı: “İki arada bir derede yaşamak, yaşamamak mı?”
Her insan gibi başkaca pek çok sorunu olsa da zihnini bulandıranlar bunlardan ibarettir. Hayatıyla ilgili teşhislerini isabetli bulup, uzun süre bu isabetli saptamaların en azından bir adım olduğunu düşünüp, buna tamah ederek günlük yaşantısına devam etti. Ancak kişinin kötü halinden sıyrılma refleksi malumdur. Doktor, ansızın aynanın karşısına geçip radikal kararlar almayacak kadar rasyonel bir adam olsa da zaman içinde zihninde bir soru belirdi ve bu sorunun peşinde pür mutluluğa erişme gayretine kapıldı: “Ne uğruna yaşamalı?” Sorunun cevabını henüz bilmiyordu. Ama yanıt bulana kadar ona mutsuzluk veren ne varsa hayatından öteleyecek, hatta mecbur kalmadıkça evden çıkmayacak, kimseyle konuşmayacaktı. Hastalarını, muayenehanesini bırakmayı da göze almıştı. Çalışmayacaktı. Bugüne kadar hakkında söylenenlerin kefareti uğruna mirasyediliğin rahmetini görmek hakkını kendinde buluyordu. Zaten iliklerine kadar hissettiği, üzerine bir zırh gibi giydiği ahlaki yaşantısı, girdiği en pis ortamların nüfuzunu bile her daim kırdıysa, kendi krallığında hiçbir sorunu kalmayacaktı.
Kendisiyle temasında cereyen edecek pozitif akımı düşündükçe evine kapanma kararlılığı arttı. Hem dışarıda ne vardı? Bir an hayal etti: “Taksim mi?” Koca cüsseleriyle ağırlaşan, bir yığın işgalci izlenim belirdi zihninde: “Yani aşağıda Karaköy uçlarından başlayıp, yukarıda Tarlabaşı’nın sokak kılığına bürünmüş derin dehlizlerine kadar uzanan; sokak sokak, cadde cadde bir kanser gibi yayılmış, insanı kendine esir eden o kötü tarihsel gerçeklik. Eğlence hayatının en uç iki noktası. Çıplak vücudunda deodoranta karışmış ter kokusuyla mekan dışına taşan popüler, yüksek ve çirkin müziğe tav olurken birine, Tepebaşı otoparkında lüks otomobilinden inip, o geceki kostümünün yanında en samimiyetsiz gülüşünü takınarak birazdan içeceği üç yudum şampanyanın tatmini ve içemeyeceği beş yudum viskinin hasretiyle gecesini tüketeceği Pera içlerindeki bilmem kaç yıldızlı otelin bastı mı insana güven veren halısını çiğnerken diğerine ev sahipliği yapabilen semt. Aslında yok ikisini ayıran. Çünkü bir pratikte ikisi de: Yüzeysel ve tenselin peşinde. Şimdi bir başkası İstiklal Caddesi’nde. Tünel Meydanı’nda bankamatikten çektiği parasını, iyi ihtimal birkaç saat daha mülkiyetinde barındırmak için her adımda ceplerini yokluyor. Kötü ihtimal yaşanmaz da tekinsiz bir Suriyeli’ye veya cıvıl cıvıl eşofmanıyla Bağcılardan ithal yine tekinsiz bir külhanbeyine toslamazsa gecenin sonunda onlardan daha az tekinsiz bir mekan sahibine kaptıracak. Hem avuçlarından kasaya dökerken hafifler ve müthiş ağırlık veren bir kirden arınırcasına. Yorgunluğu yüzünden okunan meymenetsiz bir bar çalışanı onu bu mekandan yolcu ederken şimdi bir başka mekanın kapısı önünde güvenliklerle yıldızı hiç barışmamış temiz yüzlü, yalnız bir üniversite öğrencisi tedirginlik içinde. Rutin uygulamadan sıyrılır veya göstermelik bir dam düşürebilirse bu gecelik saklanacak bir sığınak bulabilir. Yoksa durumu diğer gecekilerden hiç de hallice olmayacak. Yine geniş bir uykusuzluğun gölgesinde azar azar içip büyüyecek, sonunda eli avucu, cepleri boş evin yolunu tutacaktır.” Yıllardır ne ait olabildiği, ne seyirci kalabildiği bu düzeni düşünürken irkildi: “Evet, ben evden çıkmamalıyım.”
İlk zamanlar ev hayatı zor olmadı. “Düşünmek başlı başına bir iştir ve ben bu sektörün emekçisiyim” diyerek bol bol düşündü. Tek başınalığın tadını çıkardı. Gerektiğinde kendine bir meşguliyet buldu, hesapsızca uyudu. Eski albümlere bakmak, televizyon izlemek epeydir vakit ayırmadığı işlerdi. Sonra bunlardan da sıkıldı. Çaresiz ve gönülsüzce internetin derinliklerinde buldu kendini. Fakat burası hiç de düşündüğü gibi bir yer çıkmadı. Bin senelik ömrü olsa tanımayacağı, hiçbir samimiyet kurmayacağı adamların en açık seçik hallerini, hususi hayatlarını sergiledikleri bir özgürlükler dünyasıydı. İç sesiyle sohbetleri günbegün çoğalırken bilgisayar başında saatlerce kalmaya başladı. Keyfince seçtiği bir hayata dalıp, sonunda hayretler içinde çıkıyordu. Bu, uzunca bir zaman böyle gitti. Bir gece internette, tüm ülke meraklısıymış gibi her paylaşımında ısrarla kendinden bahseden adamın çektiği son videoya rastladı. Yine de insanda sempatik bir intiba uyandıran bu adamı dinleme koyuldu:
"Beni tanıyanlar okuma yazma işleriyle öyle pek alakadar olmadığımı bilirler. Roman sevmem. Hele şiir hiç bilmem. İddaa bültenleri için takip ettiğim Fanatik ve Fotomaç gazeteleri dışında herhangi bir yayınla aram yoktur. Yalnız bu kadar değil elbet. İnsanı meşgul edip zamanını çalan, mutsuzluktan ibaret olan sanat denen illetin her kolundan kendimi sakınmayı bildim. Resim, tiyatro ve zor da olsa sinemadan uzak, temiz bir hayatım var benim. Birazdan tüm bu uğraşların içine düşmeden bugünlere nasıl geldiğimi haklı bir gururla sizlere anlatacağım. Bu videoyu izlerken sanatın hain tuzaklarına henüz düşmediğinizi umuyorum. Çünkü bir kere bulaştınız mı sizi sonsuza dek esir eden büyük bir sahteliktir o.
Basit zevkleri olan biriyim ben. Fakat bu zevklerden kat’iyen taviz vermeyen. Ortalama bir puanla laf olsun diye kaydolduğum okulumun ilk haftasında sigaraya alıştım. Dar gelirime rağmen Parliament sigarasını o gün bugündür cebimden eksik etmem. Hala sabahları metroya girmeden ilkin sigaramı içer, yerde izmariti çiğnerken yeni bir güne başladığımı ancak anlarım. Metroya bindiğimde de bir yandan çıkınca içeceğim sigarayı tasarlar, bir yandan küçücük alana doluşmuş her kılıkta insanı baştan ayağa süzerek dakikaları ezerim. Tabii böyle uzun bir yolculukta insan oturmazsa olmaz. Hem gün içinde ne kadar yorulacağımı hesaplarsanız, vagonun kapısı açıldığındaki atikliğimi siz de etik bulacaksınız.
Resim, tiyatro ve sinemadan uzak durduğumu söylemiştim. İlk ikisi için hiç zorlanmadım. Küçüklüğümde evin salonunda, duvarda geniş yer kaplayan bir yağlı boya tablosu asılıydı. Bir dere manzarası. Sanki hayatımızın bir parçasıydı ama yıllar yılı önünden gelip geçerken bir kez olsun durup incelemedim. Resimle olan ilişkim o tabloyla başlayıp, evden ayrılmasıyla bitti. Tiyatroylaysa hiç temasım olmadı. Lisede sınıfça gidilmesi heves edilen birkaç oyun ortaya atmışlardı. Aslında çoğunluğa uyup bu etkinliklere katılmayı düşündüysem de her seferinde harçlığımı verecek daha kıymetli bir şey bulduğumu hatırlıyorum. Gerçek sorumlulukların başladığı ilerleyen senelerde bir daha ne resim, ne tiyatro dayatıldı bana. Bunlara kendiliğinden ilgi duyacak bir adam da değilim zaten.
Gelelim benim için uzak durması çetrefilli sinema alanına. Sinema hayatıma dahil olmaya bir şekilde hep çalıştı. Oldum olası sevmediğim durağan filmler gün gün karşıma dizildi. Sinemanın hayatıma sokulma gayreti önceleri sevgililerimin akşam matinesi teklifleriyle sınırlıydı. Televizyona alışmamla iyiden iyiye arttı. Akşam işten gergin gelip kumanda elimde eğlenecek bir program ararken, kendimi bol Oscar’lı Hollywood yıldızlarının aksiyon filmlerini seyrederken bulmaya başladım. Üstelik bunlar hoşuma gidiyordu. Sonra büyük bir isabetle bu kadarcık yalan dolandan zarar görmeyeceğimi anladım. Cüzdanımdan kısıp para vermiyordum bu filmleri seyretmek için. Neyse ki sinemaya karşı ilgim de bundan öteye gitmedi. Öylece devam etti. Budur bütün hikayem.”
Doktor, video bittiğinde şaşkınlık içindeydi. Bugüne değin gördüğü en zahmetsiz yaşamdı bu. Hem de nasıl oluyorsa mutluydu. Öfkeyle kalktı masanın başından. Karşısında geniş geniş konuşan adamı ve ardından kendini düşündü, yıllardır mutlu olmak için denediklerini. Omuzlarına bir Dünya gibi binen çelikten iradesinin sırf mutlu olmak için Herkül’üydü. Bunun için çekiyordu tüm yükü, mana arayışı bu yüzdendi. Evin içinde dakikalarca, bilinçsiz turlayıp sonunda yatağa kapaklandı. Uyumaya çalıştı, uyuyamadı. Yine kendiyle fakat bu sefer yüksek sesle konuşmaya başladı:
“Naif bir insan olmakla diğer insanlara hak etmedikleri bir huzur mu bahşediyorum? Yoksa yaşayış ve karakterce doğru olmakla bizzat kendime huzurlu bir uyku mu satın alıyorum?” Sustu, ama sakinleşmemişti. İçten içe kavgası sürüyordu. “Uzun gün boyunca yıpranıp rahat bir uykuya tav olmak pek akıllıca değil. Kendimi kandırmayayım. İlkeli yaşamanın gerekçesi nedir peki öyleyse? Ortalığın altını üstüne getirecek ve her ilişkinin kazananı, her ortamın arananı olacak marifete (tabii buna marifet denirse, kurnazlık ve ikiyüzlülük başka şekilde adlandırılmalı) sahip kişinin bu becerilerini yalnız günlük mütevazı işlerini yürütmede kullanması, yani bununla yetinmesi saflık değil mi? Çünkü ilkel ve yüzeyselliğin topraklarında en çok paranın, daha fazla takdirin, en büyük eğlencenin, sonsuz şehvetin sırtında fevkalade bir hayat inşa edilebilir.  Yataktan bankamatiğe, oradan şu lokale, oradan tekrar yatağa ve neden sonra tekrar bankamatiğe giderek bir geceyi henüz bitirmeden sonraki ve daha sonraki gecelerin planını yapıp, ismini bilmediğin potansiyel eşlerini her toplantıyla birlikte tekrar değiştirip, aslında farkında olmadan kendini değiştirerek kudretli imparatorluk zevkistanda mutlu bir hükümranlık sürmek uzaktan kulağa, yakından göze, daha yakından ten ve dudağa hoş gelir. Ya da bunların hiçbirini tatmadan her şeyi koyverip gitmek!” Sırt üstü doğrulup bu sefer bilgisayara döndü: “Şu sadelik ve rahatlık için neler vermezdim?” Tekrar boylu boyunca uzandı. Kafasında beliren yeni şekillerin tesellisiyle uykuya dalabildi.
Doktor, dün gecenin sabahı için hayli zinde uyandı. Çabuk çabuk hazırlanıp evden çıktı. Arabasına atlayıp yola koyuldu. Neşesi yerinde gibiydi, radyosu açıktı. Fonda çalan müziğe düşünceleri karışırken kahvaltı edeceği restorana yaklaşmıştı bile. "İyi niyet ve samimiyet herkesin kendine biçtiği kaftan. Laftan öteye, muhatabına geçmediğinde anlam ifade etmiyor. Kişinin kendini bile memnun etmiyor. Gerçekleri ötelemek zaman kazandırabilir. Ancak ertelesen de bir zaman o gerçekleri kabul etmen gerekiyor. Bir uğurda mı yaşamalı?"