18 Haziran 2016 Cumartesi

Ünlemsiz Bir Gece

   Kadife sokaktayım. Yine buluşma saatinden çok erken geldim. Ne de olsa birilerine rastlarım. Karga'nın kapısındaki suratsız adam orada, sokak kalabalık, bütün simalar tanıdık ama kimseyi tanımıyorum. Kalabalık hareket alanımı kısıtladı. Biraz öteye açıldım. Bir zabıta geldi. Burada içme, sokak sakinleri rahatsız oluyor dedi. İtiraz etmedim. Tekrar kalabalığın içine girdim. Dirseğimi michael kors çantalı kadına değdirmeden içmeye çalışıyorum.

   Elimdeki bitti. Başımda bir şeyler satmaya çalışan çocuğu (sanırım akşamında üçüncü kez) def ettim. Yeni ve dolu bir şişe edindim. Tanışmadığım tanıdık simalar sarhoş. Ben durup dikiliyorum. Önümden geçerken şerefe dostum deyip kadeh tokuşturuyorlar. Alüminyumu cama vurunca ses gelmiyor, hoşuma gitmiyor. Ötede uzun süredir bana bakan beş erkek var. Yüksek sesle konuşuyorlar, ihtimal liseliler. Gel, yalnız takılma dediler. Kabalık olmasın diye reddetmedim. Üstelik sıkılmıştım da. Gayri ihtiyari geçtim yanlarına. Geçmez olaydım. Muhabbet gerçekten keyifli değil. Okulumu sordular. Biraz övdüler. Benim orada arkadaşım var dediler. Tanımadığım bir isim söylediler. Tanımıyorum dedim. Tuvalet bahanesiyle kaçtım yanlarından.

   Yolda arkadaşlarıma rastladım. Oh dedim, sonunda geldiniz. Bir mekana oturduk. O esmer kızın vardiya saatiydi. Yine şişeler aldık. Sonra eskilerini verip yenilerini aldık. Bunu birkaç kez tekrarladık. Uzun uzun konuşup bir zaman evlerimize dağıldık. Biz günün çocukları, alışageldik işlerimizi bu gece de tamamladık.

Atıp Tutmayınız

  Sahip olmadığım bir eşyayı, konumu (hele ki konu radikalse) aleni bir şekilde eleştirme hakkımın olmadığını düşünüyorum. Varsayım üzerinden konuşmak kolaycılığa kaçmak sanki. Burada söylemeye çalıştığım, bir olay üzerinde düşünürken ihtimalleri konuşmaktan başka bir şey. Gelecekte doğru kararlar vermek için ihtimaller her zaman değerlendirilmeli. Ancak lüks bir araba almaya yetecek malvarlığım yoksa lüks bir araba sahibi olmanın kötülüklerinden bahsedip buna sahip olanları (ideolojik veya çeşitli sebeplerden) yerden yere vurmamalıyım. Yahut yardıma muhtaç bir yoksulsam bağış yapmaktan kaçınan zenginlere hayıflanmamalıyım. Her ne kadar kendi düşüncelerimin samimiyetine güvensem de böyle konuşmanın dışarıdan nasıl karşılanacağı da önem teşkil ediyor. Anlattığımı insanlar kibarlığını bozmayıp kafalarıyla onaylasa da içlerindeki "hadi adam sen de" seslerini duyar gibi olurum, tadım kaçar.

  Bu yüzden tartışmaya yer vermez bir sav edilecekse, "ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz" sözünden hareketle davranmak gerekir. Yani bu konuda yöntem, kendi vaziyetinden daha iyi bir vaziyette bulunduğunu varsayarak, "ben olsam"la başlayan cümlelerle atıp tutmak olmamalı.

   Öyle de yapıyorum. Öğrencilik hayatımın bir kısmını tembel bir dönemle atlattım. Bu dönemde hep çalışkan arkadaşlarıma saygı gösterdim. Hiçbir zaman "çalışsam ben de yaparım, ne var ki" vesair bir tutum takınmadım. Sonra bir gün çalıştım, yaptım ve roller değişti. İnsanlardan da bu özeni bekledim, olmadı (daha çok beklersin).

   Özensizlik canımı sıkıyor ve bazen insanları uyarmaya yeltendiğim oluyor. Ama konu o kadar hassas ki hareket alanı bırakmıyor. Zaten ahlak dersi verecek bir insan da olmadığımdan yine içe dönüp kendimi yiyorum. Bu yazıyı da birileri okur, belki kendini düzeltir diye faydacı bir düşünceyle yazmıyorum. Ağır ağır, manalı manalı dikteler görünce kusasım gelir hep. Her neyse, belki birileri derdimi paylaşır diye yazmış bulundum. Gerçi ne var ki siz de yazarsınız.

1 Haziran 2016 Çarşamba

Bir Ölüm

   Son perde de oynanıp oyun bittikten sonra,  "vasat oyuncular, güzel senaryo" (hiçbir şeyi tam beğenmezdi) diye geçirdi içinden. Kafasında sonraki oyuna dair soru işaretleriyle alkışlamaya başladı sahnedekileri. Takıntı derecesindeki meraklılığı ve bir sonraki oyunun 3 ay sonra oluşu gerginligini daha da arttırdı. Bu haline ek bir de girişte ikram edilen kokteyllere rağmen bilete verdiği paranın karşılığını alamadığını düşündü. Para umrunda değildi ancak "karşılık" bütün ilişkilerinde gözettiği bir ögeydi. İyice tadı kaçtı. Hatta bir ara galeyana gelip kulise girmeyi düşünse de neden sonra bunun makamının ağırlığına uygunsuz düşecek bayağı bir hareket olacağında karar kıldı. Giderayak kendini küçük düşürmeye gerek yoktu. Bir şeyleri geciktiriyor gibi usul usul paltosunu giyip yavaşça arabasına yürüdü.

   Her zaman yaptığı üzere şoför koltuğuna oturduğu an aynalarını kontrol etti ve henüz motoru çalıştırmadan emniyet kemerini taktı. Kuralcı karakterinden asla taviz vermezdi. Hatta insanların gözüne batması içten içe hoşuna giderdi. Yıllar yılı vites değiştirdiği anlar dışında yol boyunca  iki eliyle sıkıca tuttuğu direksiyonunu (bu da bilindik takıntılarından biriydi) son kez bıraktı. Asansörü kullanmadı. Eve girdi, soyunup dökündü. Duş aldı. En güzel takım elbisesini giydi (intiharı kutsamak onun için okuduğu romanlardan bir özentiydi). Tabancasına susturucuyu takıp yatağında oturmuş son anlarını yaşarken izlediği tüm tiyatroları düşündü. Nedense o meşhur "oyunlarla yasayanlar" yeni bir anlam kazandı. Başka bir şey (belki kendini) çağrıştırmıştı o an. Üzerine şairin dizeleri belirdi gözünün önünde. "Kimse duymadan ölmeliyim / ağzımın kenarında bir parça kan bulunmalı". Belli belirsiz, zoraki güldü. Namluyu ağzına aldı, çok önceleri aldığı kararı uyguladı.