13 Eylül 2020 Pazar

Fail

Büyük bir yudum aldım ve başladım yine

Sağ omzum eğik, boynum bükük

Bir utancım var sanılmasın

Böyle izole ediyorum sizlerden kendimi


Sol omzumu bende sakladım

Nerelerden geçsem bir ruha değmedi

Aranızda yaşamak da bir utanç kabul edilebilir


Evet, şimdi ne olacak

Ben muhatap almasam da

Başkaları veriyor size cevaplarımı yerime

Avukat tutmadım, sevenim çok

Yine de

Yalnız değilim sanılmasın


Kimse bir bağlamda konuşmadı

Burnu havada birilerinin birileri dikkatsiz

Bilmem dünyaya gelmeyi hak edecek ne yaptım

Dünyaya gönderilmeyi

Acaba ilk günahımı

Kal ü beladan evvel mi işledim


Laf edebilen ağızlar

Edebildiğine ediyor

Bir anlam içermese de

Ruh üfleyen ağızlar

Yaratabildiğine yaratıyor

Bir yaşam içermese de


Madem laftan, konuşmaktan girdim konuya

Bu gece de kendimden bahsedeyim

Zaten hep kendimden bahsederim

Ve şiir gibi dökülür elimden

Dize olur o an cümlelerim


Boş yere girdim konuya

İtiraf, ben pek konuşmam

Ulaşamıyorum sizlere, inancım yok

Ulaşacağım umuduyla döküldüğüm gecelerim de

Çok olmuştur gerçi ama

Kandırmasın sizleri

Umut anlıktır, inanç daimi


Kelimelerin arasından kovulup gelmiş

Hain roman kahramanıyım ben

Satır aralarıydı yurdum

Yerimden yurdumdan oldum, kimsesizim

Kaçıncı bölümde, kaçıncı kısımda öleceğim meçhul fakat

Failim kim belli

Yine ben öldüreceğim kendimi

9 Eylül 2020 Çarşamba

Öylesine Bir Çağrı

Diz dize, hadiselerle dolu ve gerilimli onca zaman geçirdikten sonra, senelerin seni ne hale getireceğini, birbirimiz için ne kadar yabancı, ilgisiz olacağımızı düşünerek zehirleniyorum.

Hatıralar, silinir. Gerçi silindikçe uzak ve daha hasret dolu olurlar, senden kurtulamam.

Kendime bir varlık amacı düşünüp bulamadığım yıllar içinde, suni bir gündem yaratarak sevdim kimi sevdimse. Sen de onlardan birisin. Ama bu, senin kıymetini hiç azaltmıyor. Yalnız bu huyumu hatırladıkça ben kendime düşman oluyorum. 

Nedense yaptığım her şeyi bir şekilde açıklamak istiyorum, mantıksal bir düzleme oturtmadığım her seçimim için ceza kesilecek bana sanki.

Barışmamız için seni ikna eder mi, mazeretimi kabul eder misin bilmiyorum ama, ölüm var. Ve söylüyorum, ölüm olmasaydı, ben yine barışmak isterdim seninle, kendimi çürütürcesine.

Ve ölüm olmasaydı, hiçbir zaman bitmeyecek bu sıkıntılara nasıl göğüs gererdim bilmiyorum. Ölüm var ve sıkıntılar sonlu. İyinin ve kötünün noktası ölüm. Her şeye bir sünger çekiyor. 

Artık gelmesen de olur.

19 Temmuz 2020 Pazar

Hüzünlü Şarkı

Suçluluk duygusunu yenmiş insanları getirin bana
Onlara anlatacağım
Öğrenecekleri var benden

Sizin yaşadığınız
Eziyetten başka şey değildi kendinize diyen olursa
Sakın aldırmasınlar buna
Çünkü ben
Durdum günün eşiğinde bu gece dünlere baktım
Mazi
Her bir saatiyle kuşkuludur
Tik takları çeldirici şarkılar söyler
Hem tınısı hüzünlüdür bu şarkının
Şerh düşer aklanmalara

O ki
Unutamam
Şıçradı yatağında
Yanağında duvarın soğukluğu
Emin midir uykuya tekrar dalacağına
Etten ve betondan sıyrılmış saf panik atak

Beriki
Debisi yüksek bir para akışının ortasına kurulsa
Bulup önüne açacağı en beyaz mendili
Ömrü vefa eder mi o hür dilencinin
Hür bir dilenci olarak kalmaya
Kabahatler Kanunu müsait mi buna

Tünel'de karşıdan gelen trenle çarpışmayacağına
Şişhane'ye sağ çıkacağına
Hangi vatman yemin edebilir

Tebessüm de gri renktedir
Kahkahalar ve somurtmalar arasında

Durdum günün eşiğinde bu gece dünlere baktım
Anladım tınısı neden hüzünlüdür bu şarkının

8 Temmuz 2020 Çarşamba

Koku

Aralık ayı, kış kıyamet. Fatih Camii'nde cuma namazı kalabalığı. Titreye titreye abdestini alan kendini içeri atıyor. Kubbenin altı ilahî bir sığınak misali. Sıkış tıkış oturan onlarca adam, vaaz dinlerken ezanı bekliyor.

O sıra içlerinden ikisinin arasında uzak, adı konmamış bir gerilim doğmuş bile. Temiz giyimli, yüzünde pek bir ifade taşımayan, soğuk duruşlu, insanın görür görmez "orta sınıf memur bu!" diyeceği türden bir tanesi, yanında oturan bıyıksız, uzun sakallı gence dakikada defalarca dönüp bakıyor, sonra yüzünü ekşitip gerisin geri önüne dönüyor. İçinden, "Kimdir, necidir bu çocuk?" diye düşünmesi, onun için birbirinden farklı hayat hikayeleri tasarlaması bir yana dursun, gözü, gencin giyimine takılıyor. Öyle dikkat çeken, zengin veya yoksul bir hali yok. Ancak yirmi yaşında ya var ya yok bir delikanlının milenyum sonrası giymesine şaşılacak, şalvar mı değil mi iyice anlaşılmayan, çok bol, demode bir pantolon, üstte; yün, karmaşık desenli, yumuşak bir kazak ve işte kara bir kefen gibi hepsini saran, siyah, uzun bir palto. Adam, burnuna vuranın yağmur sonrası buram buram tüten bu ıslak paltonun kokusu olduğuna o an emin oluyor. Bir yoğunluk ve rutubet halinde hücum eden kokuyla boğuşurken tesellisini yine kendi içinde buluyor: "Ne de olsa üç beş dakikaya duymaz olurum."

Derken namaz vakti geliyor. Genç çocuk, hareket kabiliyetini kısıtladığından olacak, paltosunu çıkartıyor. Sonra dürüp sağ omzunu verdiği duvarın dibine, kalorifer peteğinin altına iliştiriyor. Adamla yan yana saf tutuyorlar. Ortalığı kaplayan koku, kaynağının köşeye sinmesiyle dağılırken adam sevinecek oluyor. Fakat tam o anda daha fenası, yeni, ikinci bir dalga daha! Bu sefer memur kılıklı adam kokuyu seçmede zorlanmıyor. Bu, besbelli vücut kokusu. Dikkatine sahiplik edemiyor sinirinden. Kış günü nasıl böyle kokulur aklı almıyor. Kafasında kırk tilki, yatıp kalkıyor. Ömründe belki binlerce kez okuduğu sûreleri karıştırıp, hızlıca baştan ala ala ne kıldığını bilmeden, kör topal namazını tamamlıyor. Nasıl doğru tamamlasın, aklı yanındaki çocukta. Bitirir bitirmez ibadetini gereği gibi yapamadığını hissedip iyice öfkeleniyor. Bir yolunu bulup kenara kıstırırsa üç beş sert cümleyle azar çekecek, üstüne nasihat edip içini dökecek, çocuğu yoluna öyle salıverecek. Kendince belki rahatlayacak.

Biraz sonra Cami'den çıkmaya yeltenip herkesle beraber ayaklandılar. Adam ağırdan aldı, peşine takılabilmek için çocuğun toparlanmasını bekledi. Kalabalığın içinde izini kaybetmemek adına yakın takibi sürdürdükçe çocuğun kokusunu tekrar alıyor, büsbütün sinirleniyor. Sonra avluya çıktılar. Adam içinden: "Tam zamanı, şimdi lafı gediğine koymalı" diye geçirirken her seferinde cesaretini toplayamamış, bu şekilde camiyi şehre bağlayan caddeyi boydan boya yürüyüp bitirmişler. Ne var ki adam bu pasif-agresif haliyle devam etmede ısrarcı.

Diğer yanda çocuk, nerede biteceği belirsiz bu takibi henüz fark etmemiş bile. Adamın ardı sıra geldiğinin farkında ama nereye yürüdüğü merakını taşımıyor. Zaten çocuk genel itibarıyla pek bir şeye ilgi taşır gibi de degil. Dalgın ve dikkatsiz. Hayat dışı bir hali var. Yalnız aval aval etrafa bakıyor, yürüyor. Galiba gireceği sıcak ve ucuz bir yer peşinde.

Nitekim öyle oluyor. Adam, gencin ardında birkaç yüz metre daha yürüdükten sonra kendini salaş bir börekçinin önünde buluyor. Arka arkaya içeri giriyorlar. Adam, camları buharlı vitrinde göz gezdirip diğerinin nereye oturacağını kolaçan ederken, paltolu genç dükkanın içinde bir anda ortadan kayboluyor. "Hayır, hiçbir masada yok!" Adam o an telaşa kapılıp dışarı fırlamakla, oturup çocuğun içerde olmasını ummak arasında gidip geliyor. Sonra ânîden, kokan genç tezgahın arkasında beliriyor. Şaşılacak şey: Siyah paltosu yok artık. Yalnız beyaz bir önlük var üzerinde. Göz göze geliyorlar: "Buyurun ne alırdınız?"

"Bir çay" diyor adam. Oturup, çayını içip yoluna gidiyor. Günün kalanını bu olayla yaşıyor. Bir çocuğa kızıyor, bir kendine. Düşündükçe küçülüyor.

Gece olup da yatağına girdiğinde ilkin biraz uykusuzluk çekiyor. Her zamanki hali bu. Birazdan gözlerini kapatıp, zihnini uykuya zorlayacak. Nafile. Kapattığı anda kendini yine öğlenki macerada bulacak. Henüz olayın başında. Parmak uçlarıyla caminin alacalı halısıyla oynarken birden ve kararlı yana dönecek: "Utanmıyor musun insan içine böyle çıkmaya? Arada bir duş al, üstünü başını da yıka!" Uyuyamayacak.

25 Mayıs 2020 Pazartesi

Bir Soru

Beni browning seni winchester meraklısı yapan ne
Birbirimize düşman değiliz bu belli
Aklım hep sokaklara gidiyor
İnsanları sevmeyiz gerçi ama
Tehlikeyi hep sezdik
Yok ayrı bir düşman falan
Yok, cevap orada da değil
Beraber yürüdük sokakları bilirim
Sevgiyi inceliği orada tattık
Kaldırımlar bizimleydi
Banklarla oturduk
Elektrik direklerine sarıldık

İyi ama beni browning seni winchester meraklısı yapan ne
Söyle kaç fıçı barutla
Kaç mermiyle senden eksilip tekliğe
Gerçek bir cevaba
Yani kendime ulaşabilirim
Gez'i göz'ü koyup bir kenara
Bir arpacık boyu yol alıp
Söyle bana nasıl kurtulurum benden
Karanlık yanım
Hem sen ki ölmeye meyillisin

29 Mart 2020 Pazar

Aidat

O sabah kapıma, daha önce hiç görmediğim iri yarı bir adam geldi. Elinde, poşet dosyada muhafaza edilmiş belgeler vardı. Uyku sersemliğiyle düşündüm, bir dilenci veya ramazan davulcusu olabilirdi. Ancak mübarek ayda değildik ve kapı deliğinden gördüğüm bu adam oldukça iyi giyimliydi. "Kim o?" demeden açtım. Büyük bir ciddiyetle tanıttı kendini:
- "Ben Münir Gezer, site yöneticisiyim." Devamında son üç ayın aidatını ödemediğimi, bu nedenle verdiği iban numarasına, Sosyalbank Kadıköy Çarşı Şubesi'ne gerekli meblağı yatırana kadar gönderi ve hikaye paylaşma kabiliyetimin askıya alındığını, sadece beğeni yapabileceğimi söyledi.

Soru sormama fırsat vermeden elime bir kağıt parçası tutuşturan Münir Gezer, acele ile yoluna gitti. Kapıyı kapatıp içeri geçtim. Kafam allak bullak olmuştu. Sitede oturmuyordum. Üstelik gönderi ve hikaye, kapıcıya veya asansöre ilişkin kavramlar değildi. Sonra adamın bahsettiği sitenin, bir internet sitesi olabileceği geldi aklıma. O ana kadar yüzüne bakmadığım, daha doğrusu bakmayı akıl edemediğim, elimde okunmak için kıvranan kağıt parçası da aynı şeyi söylüyordu.

*

Fotogram üyeliği için aidat ödendiğini o güne kadar duymamıştım. Daha önce hiçbir talepleri olmamıştı. Öyleyse niçin "son üç ay" denmişti? Kim bilir ne zamandır böyle bir uygulama vardı? Daha önemlisi, önceleri benim adıma bu borcu ödeyen biri veya birileri vardı. Aklıma kimseler gelmedi. Acaba adam basit bir dolandırıcı mıydı? Çünkü haberdâr etme usulleri garipti. Kapıma böylesine bir adam gelmesi akla yatar iş değildi. Ayrıca o güne kadar karmaşaya kurban giden, ne olduğunu anlamadan elinde avcunda ne varsa dolandırıcılara kaptıran çok insana rastlamıştım. İçime kurt düşmüştü.

Telefonumu elime alıp Fotogram imgesine dokundum. Hemen bir fotoğraf seçip paylaşmayı denedim. Defalarca tekrarlamama rağmen sonuç olumsuzdu. Site yöneticisinin söylediğini teyit etmiş oldum. O an gerçekten telaşlandım. Sürpriz bir borçla dünyamdan koparılmıştım, saf dışı kalmıştım. Domuz kumbaramı yere çalıp tüm nakdimi yanıma alarak bankaya doğru yola koyuldum.

*

Evim hemen çarşının dışında olduğundan bankaya çabuk vardım. Saat henüz erkendi. Vakit kaybetmeden işimi halleder, özgürlüğüme kavuşurum diye düşündüm. Fakat akıbet hiç de beklediğim gibi olmadı. İçeri girdiğimde ben yaşlarda bir sürü gencin vezneler önünde uzun kuyruklar oluşturduğunu gördüm. Mahşer yerini andıran bu kaos manzarasıyla tadım kaçtı. Ancak işimi hiç ertelemeden halletmek istiyordum. Numaratörden bir numara aldım. Oturacak yer yoktu. Sonu belirsiz kuyruklardan birinin ucuna eklendim.

*

Yarım saat sonra hâlâ önümde, işlem bekleyen yüz doksan sekiz kişi vardı. Esasen bir yere varmayacağını bildiğim boş muhabbetlere girmesem de, can sıkıntısı insana neler yaptırır. Önümdeki çocuğun sırtına dokundum. "Pardon" dedim. Geniş omuzlarıyla ağır ağır döndü. Boylu poslu, alımlı bir delikanlıydı. Mermer bir büstle kıyaslayabileceğiniz kemikli bir yüzü, kusursuz bir fiziği vardı. "Ne kadar talihli adam" diye düşündüm. Sonra yüz yüze kalakaldık. O an ben de konuşamadım, incelemeye daldım. Yüzü, diğer yandan yine mermer bir büst gibi durağandı. Donuk mimikleriyle, boş bakışıyla karşımda öylece duran bu surata anlam yükleyemedim. Maddi ve manevi varlığıyla bende ikilem yarattı. Galiba yaratan, estetik harikası bu eserinden vergisini acımasız bir diğer yolla almıştı.

"Siz de mi aidat borcu kapatmak için buradasınız?" diye sordum. Konuşmadı, onaylar gibi başını salladı. Bu çoçuk çok havalıydı! Her haliyle benim burada ne işim var diyordu. Besbelli böyle yerlere ait değildi. Ortaçağdan kalma devrik bir kral gibi memnuniyetsizdi. Başını sokacağı bir sarayı olmadığı, bankada merâsimle karşılanmadığı için buruk bir hali vardı. Sanki az evvel komşu ülkenin liderini azarlarken bir anda büyük salona dalan yaverinden öfkeli bir halk isyanıyla devrildiğini öğrenmiş, ardından Fotograma olan aidat borcunu ödemeye, buraya gelmişti.

Yine de zamanla bir şekilde dilinin bağını çözebildim. Kendimi bildim bileli insan gözlemlemek için yaşıyordum. Böyle bir numuneyi kaçıramazdım. Hem birazdan anlatacağım gibi, sadece susmaya devam edemediği için gözden düşen bu yarı-talihli yaratığın dostluğundan henüz memnundum.

*

Banka öğle tatiline girdiğinde senli benli olmuş, iyiden iyiye samimi hale gelmiştik. Ayakta dikilmekten bir süredir sol tabanımda bir acı vardı, üstelik acıkmıştım da. Ona, bir yerlere oturup birlikte yemek yemeyi teklif edecektim. Bu teklifim bir davet olarak algılanır mı, hesabı ödemem gerekir mi diye düşünüp ilkin tereddüt etsem de, taze bir dosta ısmarlanacak öğle yemeğinden çekinmenin cimrilik sayılacağına karar verdim. Orta yolu bulduğumu kendime ispatlarcasına Kadıköy'ün en vasat dönercisine davet ettim onu.

Siparişlerimizi beklerken gelecek planlarından bahsetmeye başladı. Öyle kaygılı bir hali yoktu, iştahla anlatıyordu. Bu yıl ikinci kez üniversite sınavına girdiğini, ümitsiz bir okulun ümitsiz bir bölümünü kazandığını, ilk dönem çok çalışıp işleri başından sıkı tutacağını ve "mutlaka" daha az ümitsiz bir başka bölüme geçiş yapacağını hep o sıra öğrendim. Karşımda oturan bu yeni dostumun somut gerçeklikle ilişkisini düşününce, gözümde altı yaşındaki kuzenim canlandı. Bir an dalıp gitmiş olacağım ki tekrar yüzüne bakıp dinlemeye başladığımda, yine eğitim hayatına mahsus, fakat bu sefer bambaşka bir konudan bahsediyordu. Girişini kaçırdığım bu faslı pek anlayamadım. Kendimi ele vermeden konuyu kapatmak istiyordum. İmdadıma yine o yetişti. Tanıştığımız an bana yaptığı kafa hareketiyle bu sefer ben onu onayladım. Fakat devamında daha güzeli oldu. Ağzımı açmama lüzum kalmadan sohbetin seyrini o değiştirdi. Az önce tasarılarından bahsederkenki iştahı, coşkusu birdenbire uçup gitmişti: "Aslında okumakta para yok, okumanın gereği de yok. Ticarete atılacaksın, ne varsa ticarette var." dedi. Birkaç saniye duraksayıp ekledi: "Gerçi bir yerde sermaye meselesi..."

O güne kadarki hayatımda bir şey öğrenmiştim. İnsanlara istediklerini vereceksiniz. Ben de ona duymak istediği cevaplar veriyordum. Akıl yoluna dönmesi için yalvarmadım. Kişiliksiz insanlar gibi yılmadan her lafını onaylamaya başladım:
- "Tabii kardeşim, ticaret gibisi var mı? Hem okumak iyiyse de eninde sonunda para kazanmanın aracıdır."

Bir kere hızımı almıştım. İstediği malzemeyi ona cömertçe sunuyordum:
- "Bir futbolcunun kazandığını, okuyan adam kaç senede kazanır hesap et." diye ekledim. Bu, bir süre daha tam ayarında devam etti.

Sonra muhabbete doydum. Yemeklerimiz gelmişti, sıra karnımı doyurmaktaydı. Tabanımdaki acı da oturuyor olmama rağmen dinmiş değildi. Tahammül çemberim git gide daralıyordu. Birlikteliğimizin bundan sonrasının beni sıkacağını anladım. Karşımdaki yarı-talihliyi dinlemek artık ilk zevki vermiyordu. Bu çocuğun orta yolu yok muydu? Konuşturana kadar akla karayı seçtiğim insan, şimdi susmak bilmiyordu.

Yemeğim bitene kadar yalnız karnımı doyurmakla meşgul oldum. Hiç konuşmadan yememe rağmen; o, onca şey anlatıp yine de elindekini benden evvel bitirebildi.

Ben de bitirdiğimde ise onun garsona "aynısından bir tane daha" ısmarladığı yeni gözdesi, sultan ikinci kaşarlı yüz gram'ı beklemeye koyulduk. İnsan eski alışkanlıklarını kolay terk edemiyor. Artık devrik bir kral olsanız da vaz geçilmezleriniz sizinle yaşar. Bu sebeple içimden hayıflandım, ancak yine ona hak verdim. Cüssesinin sadakaya kanacak hali yoktu. O koca bedeni; minik, tek bir dürümle tatmin etmek imkansızdı.

Karşımdakini dinler görünüp bu sefer etrafı seyretmeye başladım. Gözleriyle insanı taciz edenlerden olmamak için adetim üzere başka başka masalara, kısa, kaçamak bakışlar atıyordum. Çaprazımızda, sırtı bana dönük oturan adam burnunu karıştırıyordu. Elini burnundan çekip etrafı kolaçan etti. Masasında peçete yok muydu hiç dikkat etmedi. Sonra işaret parmağını sandalyesinin altına sürterek parmağındaki kalıntıyı temizledi. İhtimal aynı el ile biraz sonra yemeğini yiyecekti.

Ötede, insanın böyle bir mekanda görmeye aşina olmadığı, her biri takım elbiseli, üstelik aynı takım elbiseyi giymiş, her yaştan kalabalık bir erkek grubu oturuyordu. İçlerinden birini gözüm ısırır oldu. Sonra tanımakta zorlanmadım. Evet, sabah kapıma dayanan adamdı bu: Münir Gezer!

Ne yalan söyleyeyim, o an yerimden fırlayıp yanına gitmek istedim. O benim için, vasıtasıyla huzur bulacağım mübarek adamdı. Sabahleyin soramadığım, zihnimin tavanında asılı kalmış her şeyi, içine düştüğüm bu belirsizliği aydınlatacak lamba, tesadüfen dibimde parlamıştı. Ancak yapamadım. Önce aynı masayı paylaştığım insana baktım. Nihayet eski konuşkanlığı kalmamıştı. İlgisizliğimi hissetmiş olacak ki susup kabuğuna çekilmiş, önündeki tepsiye gömülmüştü.

Ona kalabalık grubu, benim adamı işaret ettim. Sabah yaşadığım garip olayı anlatıp adamın kim olduğunu açıkladım. Yanlarına gidip birkaç soru sormak için, hemen dönmek kaydıyla izin istedim. Bunca ilgisizliğin üzerine şimdiki nezaketimle günah çıkartıyordum. Sanki biraz gönlünü almıştım. Gülümsedi, müsaade verdi. O an gerçek centilmenlerdik!

*

Münir Gezer başta beni çıkaramadı. Birazdan bahsedeceğim yoğunluğu düşünülürse, hakkı da var. Kısa bir hatırlatmadan sonra merakımı giderecek cevaplar almaya başladım. Çantasındaki evraka bakarak anlatıyordu. Her sorumda tekrar sayfaları karıştırıyor, verdiği cevapla bende bir mantık uyandırıyordu. Sonunda her şey yerli yerine oturmuştu.

*

Sabah kendini site yöneticisi olarak tanıtan, mühim işlerin adamı sandığım Münir Gezer, gerçekte bir posta memuru gibi kapı kapı gezen, iletilmesi gereken ne var ne yok tebliğ eden basit bir çalışanmış. Demek her teşkilatta yaşayan, yüksek sıfatlar altında ucuz işler gördürmek kolaylığı burada da yaşıyordu.

Giysileri, diğer tüm çalışanlar gibi kurumunca temin edilmiş. Ben ise onun nazarında; bölge bölge, semt semt paylaşılan bir yığın adres arasında payına düşenlerden sadece biriymişim. Acelesinin, iki kelam edemeyişinin sebebi bu yoğunlukmuş.

Öğrendiğime göre Fotogram, yeni yılla beraber aidat usûlüne geçmişti. Onuncu ayda olduğumuz gerçeği ile en azından dokuz aylık muaccel borcumun olduğu açıktı. Meğer ki Anayasamızın ikinci maddesinde yer alan "sosyal devlet ilkesi" gereği; Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığımızın girişimi sonucu, yirmi beş yaş altında ve öğrenim görmekte olan Fotogram kullanıcıları için bir burs fonu oluşturulmamış olsun! İnceleme komisyonlarının tetkiki ile bursa hak kazanan profiller belirleniyor, onlar adına bu fon otomatik olarak aidatlarını ödüyormuş.

Evet, çok aktif, iyi bir kullanıcısı olduğum Fotogramda başarı bursuyla ödüllendirilmiştim. Devlet teşviği nihayetinde dağıtıldığını öğrendiğim bu burstan faydalanmak gururumu okşamıştı. Bilimin, sanatın yanı sıra böyle önemli alternatif dalların desteklenmesi isabetli bir uygulamaydı. Ancak ne olduysa üç ay önce olmuş, rağbet görmeyen paylaşımlarım nedeniyle bursum kesilmişti.

*

Masama döndüğümde dostum yemeğini bitirmiş, hesabımızı ödemiş, beni bekliyordu. Mahcup oldum. Bende tekrar sonsuz bir kredi açmıştı.

*

O gün ikimize de sıra gelmeden banka kepenk kapattı. Akşama kadar birbirinden ilginç, radikal fikirlerini dinledim. Hiçbirini yadırgamadım, hiçbirine şaşırmadım. Ayrılık vakti geldiğinde belki bir daha görmem endişesiyle son kez yüzüne baktım. Ne kadar gerekli olursa olsun, bir ayrılık her zaman kötü bir şeydir.

Ayrılık meselesinde yanılıyormuşum. Birkaç dakika sonra cebimde telefonum titredi. Ben bunları düşünür, yürürken; o, sosyal medyadaki tüm mecralarda beni bulmuştu. Sonsuz ayrılığımıza gönlü razı gelmemiş olacak ki bundan böyle bizi hayat ortağı yapacak, günün her saati en mahrem hallerimizi paylaşacağımız ekranlarda yakın ve sıcak bir temas hali ile kalacaktık.

*

Eve zor vardım, girer girmez de günün yorgunluğuyla kendimi koltuğa attım. Saatlerdir acıyan ayağımı ovuştururken çorabımdan parmaklarıma bir şey takıldığını hissettim. Sonra avucuma sert, pembe bir nesne yuvarlandı. Kumbaramın, yani merhum domuzcuğumun parça parça olmuş bedeninin sivri bir köşesiydi. Demek benimleydi, demek onu tüm gün ayakkabımın içinde gezdirmiştim. Bunca zaman birikimimi himaye eden sadık hizmetkârımın hatırasını bir süre daha yaşatmak istedim. Parçayı cebime attım, yerleri süpürmeden uykuya daldım.

20 Mart 2020 Cuma

Öteleme

Tıp fakültesine gelip yerleştiği günden beri bu şehri çok seviyor. İstanbul’da yaşama, buradan faydalanma ve bu kentin keyfini sürme becerisine sahip. Kent kültürünü içine sindirdiğini düşünüyor. Ancak her alanda ve her zaman olduğu gibi onu huzursuz eden meselelerin burada da farkında. Zaten zaman ve mekan gözetmeksizin her şeyi tahlil etme alışkanlığı illet gibi yakasına yapışmış. Hem tahlil dediysem öyle ucuz bir bakışla değil, enine boyuna, etraflı bir irdeleme marifetiyle. Örneğin bir vakaya eğildi mi, eksiği gediği neyse en ince ayrıntısına kadar döker, ancak ve sadece kibarlığını bozacağı raddeye geldi mi durur, söyleyeceği bitmediyse de öylece keser.

Gel gelelim, olan bitene bütüncül bakamadığını düşünenler de vardır. Sebebi açık: Nursuz adam, her insana yöneltilebilecek türlü olumsuzluğu en gizli ininde bulup çıkarırken, gün gibi aşikar güzellikleri ıskalar durur. Tabii buna ıskalamak denirse. Çünkü Doktor için güzel ve iyi zaten hayatın temel taşıdır. Olması gerekendir. Büyük farkındalığıyla böyle konuları boş geçer. Ona göre iç açıcı hususları konuşup kimseyi şımartmaya gelmez. Üzerinde durulması gerekenler, düzeltilmesi elzem davranışlardır. Hayat, aferincilik oynanacak bir gül bahçesi değildir. İnsana yapılabilecek en büyük iyilik, fark edemediği kusurlarını bahşedip ona kendini düzeltme imkanı vermektir.
İlkeleri ekseninde, bir uğurda sürdüğü yaşamı içinde bu tavrını kemikleştirdi ve nursuz damgası yeme pahasına bir gün olsun değişmedi. Ki adamcağız hakkında söylenenleri pek önemser, kendine dert ederdi.
Onu huzursuz eden meselelerin noktası virgülüne farkında olması, sürekli bir tedirginlik ve dikkat halinin kerametidir. Huzursuzluklarının birincisi ve en önemlisi: İnsan ilişkileri. Bu husustan bahsederken yüzü düşer, aynı lafı tekrarlar durur: “İyi niyetimin dışa vurumu bu kadar olumsuz, nursuz olunca, ilişkilerim de pek hayırlı olmuyor. Uyumsuzluğun sorumlusu benim belki ama insan bu, içerleyip anlayış beklemez mi?” 

Kimseyi şımartmayan Doktor, belli ki şımartılmak istiyordu. Beklediği ve bulamadığı bu anlayış onu genç yaşında eksik bıraktı. Bilseniz kaç zamandır kronik bir kırgındır o...
Diğer bir önemli sorunu, ömrünün her döneminde, hatta tıp fakültesine devam ederken dahi kendi geniş çevresince mirasyedi olarak görülmesidir. Üzerine basılan bu damgayı ve getirdiği hissi ne yapıp edip belleğinden atamadı. Cemiyet ortamlarında konusu açıldı mı muzdarip bir edayla araya girer, “Bir düşünün” derdi, “Doğumunuzla beraber yüksek bir refah içinde olunca, türlü meziyetiniz de olsa tebrik edilmezsiniz. Faydalı işlerinizin hepsi için kolayca bir neden bulunur ve bu neden çoğunlukla ailenizin maddi gücü olur.”
İlk gençlik yıllarında öyle ağır hissetmese de sonraları bu durum onu yadırganmayacağı ortamlarda var olmaya, kendisi için görece zengin insanlarla vakit geçirmeye itti. Gelişigüzel elitizmin hoşuna gittiği olur, kadehleri gibi balon bunalımlarıyla ona kucak açan yapay dostlarına bazen kendini kaptırırdı. Ancak bu yolu izlediğinde üzerindeki mirasyedi damgasının iyice pekiştiğini düşünüp yine tadı kaçardı ve sorardı: “İki arada bir derede yaşamak, yaşamamak mı?”
Her insan gibi başkaca pek çok sorunu olsa da zihnini bulandıranlar bunlardan ibarettir. Hayatıyla ilgili teşhislerini isabetli bulup, uzun süre bu isabetli saptamaların en azından bir adım olduğunu düşünüp, buna tamah ederek günlük yaşantısına devam etti. Ancak kişinin kötü halinden sıyrılma refleksi malumdur. Doktor, ansızın aynanın karşısına geçip radikal kararlar almayacak kadar rasyonel bir adam olsa da zaman içinde zihninde bir soru belirdi ve bu sorunun peşinde pür mutluluğa erişme gayretine kapıldı: “Ne uğruna yaşamalı?” Sorunun cevabını henüz bilmiyordu. Ama yanıt bulana kadar ona mutsuzluk veren ne varsa hayatından öteleyecek, hatta mecbur kalmadıkça evden çıkmayacak, kimseyle konuşmayacaktı. Hastalarını, muayenehanesini bırakmayı da göze almıştı. Çalışmayacaktı. Bugüne kadar hakkında söylenenlerin kefareti uğruna mirasyediliğin rahmetini görmek hakkını kendinde buluyordu. Zaten iliklerine kadar hissettiği, üzerine bir zırh gibi giydiği ahlaki yaşantısı, girdiği en pis ortamların nüfuzunu bile her daim kırdıysa, kendi krallığında hiçbir sorunu kalmayacaktı.
Kendisiyle temasında cereyen edecek pozitif akımı düşündükçe evine kapanma kararlılığı arttı. Hem dışarıda ne vardı? Bir an hayal etti: “Taksim mi?” Koca cüsseleriyle ağırlaşan, bir yığın işgalci izlenim belirdi zihninde: “Yani aşağıda Karaköy uçlarından başlayıp, yukarıda Tarlabaşı’nın sokak kılığına bürünmüş derin dehlizlerine kadar uzanan; sokak sokak, cadde cadde bir kanser gibi yayılmış, insanı kendine esir eden o kötü tarihsel gerçeklik. Eğlence hayatının en uç iki noktası. Çıplak vücudunda deodoranta karışmış ter kokusuyla mekan dışına taşan popüler, yüksek ve çirkin müziğe tav olurken birine, Tepebaşı otoparkında lüks otomobilinden inip, o geceki kostümünün yanında en samimiyetsiz gülüşünü takınarak birazdan içeceği üç yudum şampanyanın tatmini ve içemeyeceği beş yudum viskinin hasretiyle gecesini tüketeceği Pera içlerindeki bilmem kaç yıldızlı otelin bastı mı insana güven veren halısını çiğnerken diğerine ev sahipliği yapabilen semt. Aslında yok ikisini ayıran. Çünkü bir pratikte ikisi de: Yüzeysel ve tenselin peşinde. Şimdi bir başkası İstiklal Caddesi’nde. Tünel Meydanı’nda bankamatikten çektiği parasını, iyi ihtimal birkaç saat daha mülkiyetinde barındırmak için her adımda ceplerini yokluyor. Kötü ihtimal yaşanmaz da tekinsiz bir Suriyeli’ye veya cıvıl cıvıl eşofmanıyla Bağcılardan ithal yine tekinsiz bir külhanbeyine toslamazsa gecenin sonunda onlardan daha az tekinsiz bir mekan sahibine kaptıracak. Hem avuçlarından kasaya dökerken hafifler ve müthiş ağırlık veren bir kirden arınırcasına. Yorgunluğu yüzünden okunan meymenetsiz bir bar çalışanı onu bu mekandan yolcu ederken şimdi bir başka mekanın kapısı önünde güvenliklerle yıldızı hiç barışmamış temiz yüzlü, yalnız bir üniversite öğrencisi tedirginlik içinde. Rutin uygulamadan sıyrılır veya göstermelik bir dam düşürebilirse bu gecelik saklanacak bir sığınak bulabilir. Yoksa durumu diğer gecekilerden hiç de hallice olmayacak. Yine geniş bir uykusuzluğun gölgesinde azar azar içip büyüyecek, sonunda eli avucu, cepleri boş evin yolunu tutacaktır.” Yıllardır ne ait olabildiği, ne seyirci kalabildiği bu düzeni düşünürken irkildi: “Evet, ben evden çıkmamalıyım.”
İlk zamanlar ev hayatı zor olmadı. “Düşünmek başlı başına bir iştir ve ben bu sektörün emekçisiyim” diyerek bol bol düşündü. Tek başınalığın tadını çıkardı. Gerektiğinde kendine bir meşguliyet buldu, hesapsızca uyudu. Eski albümlere bakmak, televizyon izlemek epeydir vakit ayırmadığı işlerdi. Sonra bunlardan da sıkıldı. Çaresiz ve gönülsüzce internetin derinliklerinde buldu kendini. Fakat burası hiç de düşündüğü gibi bir yer çıkmadı. Bin senelik ömrü olsa tanımayacağı, hiçbir samimiyet kurmayacağı adamların en açık seçik hallerini, hususi hayatlarını sergiledikleri bir özgürlükler dünyasıydı. İç sesiyle sohbetleri günbegün çoğalırken bilgisayar başında saatlerce kalmaya başladı. Keyfince seçtiği bir hayata dalıp, sonunda hayretler içinde çıkıyordu. Bu, uzunca bir zaman böyle gitti. Bir gece internette, tüm ülke meraklısıymış gibi her paylaşımında ısrarla kendinden bahseden adamın çektiği son videoya rastladı. Yine de insanda sempatik bir intiba uyandıran bu adamı dinleme koyuldu:
"Beni tanıyanlar okuma yazma işleriyle öyle pek alakadar olmadığımı bilirler. Roman sevmem. Hele şiir hiç bilmem. İddaa bültenleri için takip ettiğim Fanatik ve Fotomaç gazeteleri dışında herhangi bir yayınla aram yoktur. Yalnız bu kadar değil elbet. İnsanı meşgul edip zamanını çalan, mutsuzluktan ibaret olan sanat denen illetin her kolundan kendimi sakınmayı bildim. Resim, tiyatro ve zor da olsa sinemadan uzak, temiz bir hayatım var benim. Birazdan tüm bu uğraşların içine düşmeden bugünlere nasıl geldiğimi haklı bir gururla sizlere anlatacağım. Bu videoyu izlerken sanatın hain tuzaklarına henüz düşmediğinizi umuyorum. Çünkü bir kere bulaştınız mı sizi sonsuza dek esir eden büyük bir sahteliktir o.
Basit zevkleri olan biriyim ben. Fakat bu zevklerden kat’iyen taviz vermeyen. Ortalama bir puanla laf olsun diye kaydolduğum okulumun ilk haftasında sigaraya alıştım. Dar gelirime rağmen Parliament sigarasını o gün bugündür cebimden eksik etmem. Hala sabahları metroya girmeden ilkin sigaramı içer, yerde izmariti çiğnerken yeni bir güne başladığımı ancak anlarım. Metroya bindiğimde de bir yandan çıkınca içeceğim sigarayı tasarlar, bir yandan küçücük alana doluşmuş her kılıkta insanı baştan ayağa süzerek dakikaları ezerim. Tabii böyle uzun bir yolculukta insan oturmazsa olmaz. Hem gün içinde ne kadar yorulacağımı hesaplarsanız, vagonun kapısı açıldığındaki atikliğimi siz de etik bulacaksınız.
Resim, tiyatro ve sinemadan uzak durduğumu söylemiştim. İlk ikisi için hiç zorlanmadım. Küçüklüğümde evin salonunda, duvarda geniş yer kaplayan bir yağlı boya tablosu asılıydı. Bir dere manzarası. Sanki hayatımızın bir parçasıydı ama yıllar yılı önünden gelip geçerken bir kez olsun durup incelemedim. Resimle olan ilişkim o tabloyla başlayıp, evden ayrılmasıyla bitti. Tiyatroylaysa hiç temasım olmadı. Lisede sınıfça gidilmesi heves edilen birkaç oyun ortaya atmışlardı. Aslında çoğunluğa uyup bu etkinliklere katılmayı düşündüysem de her seferinde harçlığımı verecek daha kıymetli bir şey bulduğumu hatırlıyorum. Gerçek sorumlulukların başladığı ilerleyen senelerde bir daha ne resim, ne tiyatro dayatıldı bana. Bunlara kendiliğinden ilgi duyacak bir adam da değilim zaten.
Gelelim benim için uzak durması çetrefilli sinema alanına. Sinema hayatıma dahil olmaya bir şekilde hep çalıştı. Oldum olası sevmediğim durağan filmler gün gün karşıma dizildi. Sinemanın hayatıma sokulma gayreti önceleri sevgililerimin akşam matinesi teklifleriyle sınırlıydı. Televizyona alışmamla iyiden iyiye arttı. Akşam işten gergin gelip kumanda elimde eğlenecek bir program ararken, kendimi bol Oscar’lı Hollywood yıldızlarının aksiyon filmlerini seyrederken bulmaya başladım. Üstelik bunlar hoşuma gidiyordu. Sonra büyük bir isabetle bu kadarcık yalan dolandan zarar görmeyeceğimi anladım. Cüzdanımdan kısıp para vermiyordum bu filmleri seyretmek için. Neyse ki sinemaya karşı ilgim de bundan öteye gitmedi. Öylece devam etti. Budur bütün hikayem.”
Doktor, video bittiğinde şaşkınlık içindeydi. Bugüne değin gördüğü en zahmetsiz yaşamdı bu. Hem de nasıl oluyorsa mutluydu. Öfkeyle kalktı masanın başından. Karşısında geniş geniş konuşan adamı ve ardından kendini düşündü, yıllardır mutlu olmak için denediklerini. Omuzlarına bir Dünya gibi binen çelikten iradesinin sırf mutlu olmak için Herkül’üydü. Bunun için çekiyordu tüm yükü, mana arayışı bu yüzdendi. Evin içinde dakikalarca, bilinçsiz turlayıp sonunda yatağa kapaklandı. Uyumaya çalıştı, uyuyamadı. Yine kendiyle fakat bu sefer yüksek sesle konuşmaya başladı:
“Naif bir insan olmakla diğer insanlara hak etmedikleri bir huzur mu bahşediyorum? Yoksa yaşayış ve karakterce doğru olmakla bizzat kendime huzurlu bir uyku mu satın alıyorum?” Sustu, ama sakinleşmemişti. İçten içe kavgası sürüyordu. “Uzun gün boyunca yıpranıp rahat bir uykuya tav olmak pek akıllıca değil. Kendimi kandırmayayım. İlkeli yaşamanın gerekçesi nedir peki öyleyse? Ortalığın altını üstüne getirecek ve her ilişkinin kazananı, her ortamın arananı olacak marifete (tabii buna marifet denirse, kurnazlık ve ikiyüzlülük başka şekilde adlandırılmalı) sahip kişinin bu becerilerini yalnız günlük mütevazı işlerini yürütmede kullanması, yani bununla yetinmesi saflık değil mi? Çünkü ilkel ve yüzeyselliğin topraklarında en çok paranın, daha fazla takdirin, en büyük eğlencenin, sonsuz şehvetin sırtında fevkalade bir hayat inşa edilebilir.  Yataktan bankamatiğe, oradan şu lokale, oradan tekrar yatağa ve neden sonra tekrar bankamatiğe giderek bir geceyi henüz bitirmeden sonraki ve daha sonraki gecelerin planını yapıp, ismini bilmediğin potansiyel eşlerini her toplantıyla birlikte tekrar değiştirip, aslında farkında olmadan kendini değiştirerek kudretli imparatorluk zevkistanda mutlu bir hükümranlık sürmek uzaktan kulağa, yakından göze, daha yakından ten ve dudağa hoş gelir. Ya da bunların hiçbirini tatmadan her şeyi koyverip gitmek!” Sırt üstü doğrulup bu sefer bilgisayara döndü: “Şu sadelik ve rahatlık için neler vermezdim?” Tekrar boylu boyunca uzandı. Kafasında beliren yeni şekillerin tesellisiyle uykuya dalabildi.
Doktor, dün gecenin sabahı için hayli zinde uyandı. Çabuk çabuk hazırlanıp evden çıktı. Arabasına atlayıp yola koyuldu. Neşesi yerinde gibiydi, radyosu açıktı. Fonda çalan müziğe düşünceleri karışırken kahvaltı edeceği restorana yaklaşmıştı bile. "İyi niyet ve samimiyet herkesin kendine biçtiği kaftan. Laftan öteye, muhatabına geçmediğinde anlam ifade etmiyor. Kişinin kendini bile memnun etmiyor. Gerçekleri ötelemek zaman kazandırabilir. Ancak ertelesen de bir zaman o gerçekleri kabul etmen gerekiyor. Bir uğurda mı yaşamalı?"

17 Şubat 2020 Pazartesi

Kendime Öğüt

En büyük belalar benim başıma geldi
Buldu beni felaketler saklandığım halde
Hem yerim yurdum yok yolcuyum
Gizli gemiler içindeyim
Dalgalandım bulandı suyum dalgalandıkça
Durulmadım

Kımıldıyor kulağımda uzak sesler şimdi
Uzak akrabalar gibi yalnız öğüt verir hepsi
Derler ki

Durul yolcu
Vakit doldu
Bulanık suyun ısındı
Bir sonraki liman
Alabora

14 Şubat 2020 Cuma

Turist

Sultanahmet Meydanı'nda oturur kalırım
Gelip geçenler belki turist zanneder
İçkiyi belki akış hızını kabullenemez kanım
Akmaya niyetlenir her gece
Hayalimde çenemi namlulara dayarım

Şeytanın Duası

Bu sabah da yeniden başlayamadım güne
Anlamadı beni gece uykuyla uzlaşmadım
Karanlığın içinde hırıltılar biçiminde
Şeytanın duası daima üzerime
Eksik olmasın eksik olmasın

Başka Dünya

İki şişe daha içsem şimdi aynı taşa basmazdım
Kaldırımlar cennete çıkardı kendime katlanırdım
Başka renk görürdüm gökyüzünü
Seni bir başka hatırlardım
Kelimelerin daha sevecen
Daha kadife sanki sesin
Beşiktaş'ta hala kalbim elinde elim
Şair Nedim başımızda nöbet bekler
Oysa köşebaşında zebaniler

Bana kızma dizlerine isteyerek yatıyorum

İki şişe daha içtim
Levhalarda oklar ileriyi gösterirken
Hangi günaha girsem şimdi affedilir
Gülümsemem şeytanı kandırır
Belli ki kendimi kandırmayı seviyorum
Bir iş başaracak olmanın hevesiyle
Yine aynaya gülümsüyorum

Bana kızma dişlerimi istemeden sıkıyorum

Hiçbir şişe içmesem şimdi uyuyor olurdum ey gece
Dün şafağa karşı kalemimi tavana astım
Tan yeri ağarırken ruhu bedenden ayırdım
Rüyama müteakip defnedeceğim yine yarın
Keyifli bir rutin olmadığı söylenebilir

Bana kızma mezarlıklardan çıkamıyorum

Tanpınar'a Mektup

Muhterem efendim,


Cevabı gelmeyecek bir mektuba nafile nezaket sorularıyla başlamak pek samimi olmayacak. Bu nedenle her mektubun aşina olduğu o bilindik giriş faslını atlamış bulunuyorum. Ancak umarım iyisinizdir. Maddi varlığınızla aramızdan çok önceleri ayrıldınız. Şimdi ait olduğunuz boyutta zamandan kopuk, yani zihninizi daima meşgul eden mefhumdan ayrı, gönül rahatı içinde olmanızı dilerim.


Mektubuma başlarken biraz kendimden bahsetmek sanırım isabet olacak. Hem bu vesileyle sizinle samimi bir temas kurmak imkanını da kendime sunmuş oluyorum. Nitekim ben sizden, hususi hayatınız da dahil olmak üzere fazlasıyla haberdarım. Eserlerinizdeki tezahürle kendinizi gösterdiğiniz gibi ben de kendimi size gösterebilirsem ne mutlu bana.


Bu ülkenin temel değerlerine bağlı fakat her kesimiyle alışverişi olan bir anneyle baba tarafından İstanbul’da yetiştirildim. Babamın memuriyeti sebebiyle birkaç kırıcı, ufak ayrılığa mecbur kalsam da kendimi bildim bileli bu ‘’sisli’’ şehirdeyim. Henüz hukuk fakültesi talebesiyim. Hukuka olan ilgim, edebiyatın aksine, ailemce fitillendi. Küçük yaşta babamı görmek adına gerçekleşen adliye ziyaretleri, sonraları biraz yaş alıp iş görür duruma gelmemle basit büro işlerini halletmek uğruna şekil değiştirdi. Öyle zamanlarda çok şey görüp öğrendim. O etki olmasaydı hayatım nasıl olurdu, bugün acaba hangi yolun yolcusuydum bilmiyorum.

Varsayımlar bir yana dursun, kısa ömrüm için söyleyecek fazla sözüm yok. Her insan gibi bana da yaşadıklarım özel ve hatırlanmaya değer görünse de bunların kimseye tesir etmeyeceğini biliyorum. Yazmayı da geçmişe nazaran azalttım zaten. Emek verilecek daha somut uğraşların, mahkumu olduğumuz gündelik işlerin peşindeyim. Edebi hevesimden eksildi sanılmasın. Bir ruh sahibine dokunacak durumlara kayıtsız kalan insanların arasında yazmak artık bana zulüm geliyor. Üstüne hukuk fakültesi, stres ve pembe dosya kokan adliye koridorları, sonra oradan baş aşağı düştüğüm Beyoğlu’nun kirli geceleri beni o korktuğum düz adam haline getirdi. Gerçi üç senede kimse böylesine değiştirilemez, değişeceği varsa vesile bulur kendine. Kendimizi kandırmayalım.

Geri dönüp baktığında ne yaptın bu yaşa kadar diye soracak olsanız sayıp dökecek pek bir eserim yok. Yan yana koyulsa yarım yamalak şairliğim, azıcıktan biraz fazla yazarlığım, yani meyve vermeyen ağacım, edebiyatçılığım sizi tatmin etmez. Beni bile etmiyor. Zira daha iyilerini yazacağıma inancım var. Ama ben zaten uzun zamandır tatmin olma gayretini üzerimden atmanın peşindeyim. Büyütülürken size yüklenen o büyük misyonun dışına çıkmak gerekiyor. Küçük de olsa belki o zaman gerçek meselelerin önemli aktörü olabilirsiniz. Fakat efendim, insanlar bu hırs yoksunluğunu boşvermişliğe yoruyor. Yaşadığım hayat uzaktan vasat bir cins şairi tasarlatıyor. Genç, başarılı ve nedense acılı. Bu durumdan biraz rahatsızım. Esasen çok daha basit bir şey istediğim. Evet ben kenar köşede kimsenin okumadığını yazıyorum. Yazıyorum ki insanlar kafamda kurduğum ve her cümlesiyle herkese biraz daha dolduğum savruk yazımla, nereden bakarsanız bakın yine en az onun kadar savruk yaşantıma ikinci kalite ve kuşku dolu bulgularla dahil olabilsin. Mümkünse bir şeyler paylaşabilsin. Yalnız ve yalnızlığı seven bir kimsenin bunu istemesi, hatta çok zaman etrafından insan eksik olmaması çelişki midir? Evet, evet, evet! Kafayı yemek, delirmek işten değil. İşin içinden çıkamıyorum. İç cebimde artık o gün yüküm neyse önce hepsini çarçabuk içip yudum yudum çoğalıyor, sonra litre litre eksilip her gün başka bir semtin kanalizasyonuna karışıyorum.

Yakınlarım benim için detaycı, çok zor adam diyor. Erken ölmek için yaşıyor gibiymişim. Bunları reddedemem ama bilmiyorlar ki zaten ben her gece ölüp bir şekilde her sabah tastamam uyanıyorum. Her sabah tekrar işin içinden çıkamıyorum. Lokman Hekim’in dizeleri geliyor aklıma: Ayağını sıcak tut başını serin/ Kendine bir iş bul düşünme derin. Beyit çok haklı olsa da insanın haklı bulduğu her şeyi hayatında tatbik etmesi kolay değil. Yine de belki ufak bir imkan vardır diye denemek istiyorum. Yöntemde mi hata yapıyorum bilmem ama her seferinde üşümüş ayaklarımla daha derin düşüncelerde yorulmuş buluyorum kendimi. Bir başıma herhangi bir semtin bilmem ne mahallesinde, ta neresi sokakta düşünürken ya da o semtin varsa tarihsel meydanında aylak aylak yürürken... Tabii bulabilirsem. Kendini bulmak yalnız dile kolay. Dalgınlığınız bir raddeye geldi mi içinizdeki sizi tanıyamazsınız.

Saygıdeğer efendim, bu kadar karamsarlık kafi derseniz hakkınız var. Ancak ara sıra bir nöbet misali gelen karamsarlığın mutluluk için mahzuru yok denebilir değil mi? Sizden gıpta ederek öykündüğüm sadelik ve derinliğe halel getirmeyecekse içimden geldiği gibi yazmaya gayret ediyorum. Hem dile külfet olmadan dertlerden arınmak edebiyatın bir başka işlevi değil midir? Hatta siz bihabersiniz ama edebiyat bugün neredeyse yalnız bu işleviyle kullanılır oldu. Biçim kaygısı sürgün edildi ve biz Türkçe’nin lezzetine hasret kaldık. Anlayamadığım bir şey bu. Yeryüzünde kendi sanatından farklı bir cins sanat olabileceğini idrak edemeyen yazar egosunu gerçek bir sanatçıya ya da kendime konduramasam da söyleyiş güzelliğinin yok sayıldığı bu düzeni sindiremedim gitti. Edebi söylemden yoksun olduğumuz gibi sadelik ve samimiyet de hak getire. Öyle ‘’tacir yazarlar’’ var ki, kendilerini bu işi severek yaptıklarına kat’iyen inandırıp, kalemleriyle keyifleri arasında sıkışıp kalıyorlar. Sadece sahteliğin bittiği yerde okuyucuyla buluşulduğu bugün bir bilinmez gibi.

Mektubumun fuzuli bir şikayetnameye evrilmemesi adına bu sevimsiz bahislerden yakınmayı kesiyorum. Kolay olmadığını bildiğim halde şimdilik eski edebiyatımızdan beslenmek ve sizinle bütünleşmek idealindeyim. Evet, siz daha iyi bilirsiniz ki sanat üretmek de sanattan beslenmek de eninde sonunda biraz hava meselesidir. O havayı yakalamada imdadıma koşan yerlerden biri, birkaç sene evvel adınıza oluşturulan Alay Köşkü’nden bozma kütüphanedir. Sergilenen kişisel eşyalarınız, Köşk’teki somut varlığınız, ders çıkışı Divan Yolu’nu bitirip Alemdar Caddesi’nden aşağı tatlı yokuşu inerken Gülhane Parkı’na sapmak için öyle geçerli bir neden ki... Orada dikkatimi diğer her nesneden çok çeken gözlüğünüzden bahsetmem lazım. Çoğumuzun sizinle aynı kaldırımları çiğnediği kentte, kendimizinkileri de benzer işlere özgülediğimiz hayatınızdan günümüze kalan anlamlı nesnelerden. O gözlük işlevinin çok ötesinde bir göstermek amacına hizmet etmiş. Çünkü takan Tanpınar olunca, önünü ardını herkes görüyor.

Literatüre her girenin fikir ve zevklerine körü körüne sürüklenecek yaşı aştığımı sanıyorum. İnceliğinizi günbegün kavradıkça sizi kendime kılavuz aldığıma yeniden sevinip daha çok faydalanmaya can atıyorum. Toplumsalı bireyle, mizahiyi ciddiyetle, estetiği sadelikle verebilmek ne büyük mucizedir. Birbiriyle yarışıp yenişemeyen sanat ve düşünce adamı kimliklerinize gıpta edip, kınanmayacak kadar bir kıskançlık beslediğimi de hoşgörünüze sığınarak eklemeliyim. Hem siz ki ölülerin sessizlikleriyle var oluşlarına bir istisna getiriyorsunuz. Bu satırları yazarken bile büyüklüğünüz başımda bekleyen naif bir bilgin gibi kalemimi titretiyor. Derin saygımla hayli titiz davranıyorum. Cümlelerimin amcalarını memnun etmelerini isterim. Sanatınızla bugün bile numune olmayı bir rahmet bilin. Sonsuz rüyanızda huzur ve nur içinde yatın