Parklarda oturur şiir yazar geceleri
Kelimeleri yanlış hep eksik heceleri
Cepleri boş yüzü soluk yine sarhoş belli
Midesi banker ancak pek cömert değil gibi
Zamandan izole ve bekleyeni yok evde
Cepleri boş yüzü soluk duymuyor ses soluk
Gece parklar çetindir kan akar oluk oluk
Tekinsiz bir hal takın zor değil oyunculuk
Bakışın keskin olsun öksürüğün boğuk
Bu beklemiş her şeyi düşman bellemiş hem de
Gelmeyin üzerime buğulu salıncaklar
Ben bağışlanmam ama kıymayın oyuncaklar
Görüp tatmak isterim nice martlar ocaklar
Derken uyanmasaydı sonsuza katacaklar
Uyur çocuk nesneye yükledi hür irade
Katılsa sonsuzluğa şimdi nihayetliydi
Hem iyi olurdu ömrünce şikayetçiydi
Sürekli olarak kendiyle husumetliydi
Bu saatte burada yoksa hayalet miydi
Derdi nedir herkes uyurken hanelerinde
10 Aralık 2016 Cumartesi
27 Kasım 2016 Pazar
Sabah Tenhalığında Neden
Hava daha açmadı ışıkları da yakmadım
Sabah ezanı okunuyor odada
Seni düşünüyorum uykum hep bölünüyor
Çocuksu gülüşün altında çocuksu düşüncelerin
Çocuksun
Şaşırtmıyorsun
Sabah ezanı okunurken neden seni düşünüyorum
Işıkları da yakmadım
Odada gün gibi doğuyorsun
Işıltın beni benden aldı
Aydınlığın yeter falan demeyeceğim
Sen artık aydınlık değilsin
Kandil söndü
Süs bozuldu
Odada isle pus kaldı
Işıkları neden yakmıyorum
Belki bir filsin yaşıyorsun odada
Yok
Böyle küçük numaralar yapacak adam değilim ama
Bir fil neyse odur
Odada neden bir fil besliyorum
Sabah ezanı okunuyor odada
Seni düşünüyorum uykum hep bölünüyor
Çocuksu gülüşün altında çocuksu düşüncelerin
Çocuksun
Şaşırtmıyorsun
Sabah ezanı okunurken neden seni düşünüyorum
Işıkları da yakmadım
Odada gün gibi doğuyorsun
Işıltın beni benden aldı
Aydınlığın yeter falan demeyeceğim
Sen artık aydınlık değilsin
Kandil söndü
Süs bozuldu
Odada isle pus kaldı
Işıkları neden yakmıyorum
Belki bir filsin yaşıyorsun odada
Yok
Böyle küçük numaralar yapacak adam değilim ama
Bir fil neyse odur
Odada neden bir fil besliyorum
18 Kasım 2016 Cuma
Sağım Hayattayım
Sağım hayattayım
Sağım sıhhat solum esenlik
Güneşim aydınlığım -niçin karartayım
Bab-ı ali yokuşu! çınarların tam senlik
Hoşlanarak izliyorum börtü böcek kuşu
Nasıl bilmiyorum nedensizse nedensiz
Allahın bir lütfu mu? ne gezer bende huşu
Mutluluk bugün bana sanıyorum bedelsiz
Sağım sıhhat solum esenlik
Güneşim aydınlığım -niçin karartayım
Bab-ı ali yokuşu! çınarların tam senlik
Hoşlanarak izliyorum börtü böcek kuşu
Nasıl bilmiyorum nedensizse nedensiz
Allahın bir lütfu mu? ne gezer bende huşu
Mutluluk bugün bana sanıyorum bedelsiz
17 Kasım 2016 Perşembe
Gün
İki saat uyumayı geceden
Tasarruf tarifesi zannederken
Kalan yirmi ikiyi
Hep çöpe atarım ben
Sıkılırım çıkmayayım erkenden
Sabah evde bekle allah beklerken
Her sabah okuluma
Geç kalır yetişemem
Akşam planım mütemadiyen şen
Akşam olup onu icra ederken
Birdenbire kendimi
Kederde bulurum ben
Tasarruf tarifesi zannederken
Kalan yirmi ikiyi
Hep çöpe atarım ben
Sıkılırım çıkmayayım erkenden
Sabah evde bekle allah beklerken
Her sabah okuluma
Geç kalır yetişemem
Akşam planım mütemadiyen şen
Akşam olup onu icra ederken
Birdenbire kendimi
Kederde bulurum ben
22 Ekim 2016 Cumartesi
Yokuş
Çamların içinde
Kabirlere bitişik
Islak bir yokuşta ilerliyorum
Gece mi yoksa öldüm mü
İyice anlaşılmıyor
Kabirlere bitişik
Islak bir yokuşta ilerliyorum
Gece mi yoksa öldüm mü
İyice anlaşılmıyor
17 Ekim 2016 Pazartesi
Aylak Şiir
Bir arkadaşım vardı evvel zaman et-tırnak
Gün geldi dedi bana büyük meret içki bırak
İyice düşün taşın pişman olursun yarın
Etrafında hem kalmaz eşin dostun karın
Düşündüm düşündükçe sürdü arkadaşlığım
Dedi hani kararın -kırmadım tatlı hanım
Usturuplu yaşarsan olur her iş mükemmel
Üzüntü ve stresten akıbetin çirkin kel
Öğütleri bitmedi bıktırdılar git zaman
Hayatımda yeri yok kimsenin aman aman
Ağır bir ciddiyetle kestim selamı hemen
Ben hoşça kal demeden sabahı edemeyen
Neticeye bakarsak tek arkadaşım yitik
Hangi kediye baksak kadıköyde kör kütük
Bir zaman yalnız gezdim örneğimdi it köpek
Bu durum koyulaşıp sıktı ancak giderek
Gezmedik yer kalmadı görmediğim bir konum
Bilmiyorum amacım uzamadı da boyum
Seçecek hayatlar var muhtelif alternatif
Acaba bu mu veren bana en büyük keyif
Sorularla yaşamak değişmek ve değişken
Ki bir gün öleceğim henüz cevap ararken
27 Temmuz 2016 Çarşamba
Kentlinin İmtihanı
Büyük şehirlerin, kentlerin hep imtiyazlarından bahsedilir. Ben biraz imtihanlarından bahsedeceğim.
Yaygınlaşan ve her gün biraz daha kalabalıklaşan kent hayatı, birey olma eğilimindeki insanı zora sokuyor. Düşününce bu büyük nüfus, varoluşçu bir süreç içinde kendi tercihleriyle benliğini yaratacak insana çok fazla seçenek gösterip; "ne olup ne olmamasına" dışarıdan bakan bir gözle karar verme şansı tanıyor olsa da bunu doğru kullanabilecek kabiliyet az insanda var. Çoğunluk ya etki altında kalarak gördüğü herhangi bir yola öylece giriyor, yahut tepki olarak başkalaşmaya çalışırken zorlama bir davranışla tersine... Sonuçta suni bir kimlik peydah oluyor.
Bunun dışında kent hayatının bireyselleşme yolundaki insanın önüne koyduğu, aklı gölgeleyen pek çok hal var. Bu hallerden biri popüler olanı reddetmek. Az evvel bahsettiğim tepki olarak başkalaşmanın sonuçlarından biri aslında bu. Hak edene layığını teslim etmemeye varıyor bu yol. Ciddi anlamda yaygın bir kültür gibi söz konusu reddediş. Üzerinde düşünerek; estetiktir, derinliktir muhakeme edilerek reddedilmediği için aklı gölgeleyen bir hal olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Bu muhakemelerin yapılıp yapılmadığını kişinin sivri çıkışlarından kolaylıkla anlayabilirsiniz.
Öte yandan bir karakter sahibi olup; bir doğru üzerinde, bir çizgi dahilinde yaşamak isteyen, kısaca yine birey olmak isteyen kentliyi de zor bir ortam karşılıyor. Hele benim gibi septik bir insansanız bunu yapmak çok zor bir iş. Gün boyu onlarca insan ile karşılaşıp hepsine ön yargım olmadan yaklaşıp hepsini anlamaya çalışırken doğru olan nedir seçemez oluyorum. Bazen Ahmet Yesevi gibi kazıp yeri giresim geliyor içine. Tabii "zoon politikon" engeline takılıyorum.
Aslında bireyselleşme yönteminde en başta mı yanılıyoruz? Nihayetinde bu yüksek bir değer. Ulaşmak için birey olmadan, özgün olmadan önce geçirilmesi gereken bir süreç olmalı. Sanatçının sanatçı olana kadar öncülerinden süzerek sentezlediği kişiliğini mukayeseyle düşünüp, oradan öykünmek bireyselleşme adına mantıklıca olabilir. Gerçi burada yine başa dönüyoruz. Bu; kabiliyet gerektiren, uygulamalı bir varoluş sürecine benziyor.
Aklını kullanarak her şeyin üstesinden gelebileceğini düşününen ben (bu kentin değil Kant'ın getirdiği bir düşünüş biçimi) bir yazımı daha yargısız tamamlıyorum. Kafam karışık. Çıkardığım umumi sonuçlar da başka yazılara "başlık" olacak kadar geniş, net değil.
İstisnaların varlığı saklıdır. Ancak bu "başlıklar" belki bir gün kentte yaşayan herkesin kentli olmadığını, kentli hep kendi içinde yaşasa da kentlinin hiçbir zaman birey olamadığını ifade edebilir.
Yaygınlaşan ve her gün biraz daha kalabalıklaşan kent hayatı, birey olma eğilimindeki insanı zora sokuyor. Düşününce bu büyük nüfus, varoluşçu bir süreç içinde kendi tercihleriyle benliğini yaratacak insana çok fazla seçenek gösterip; "ne olup ne olmamasına" dışarıdan bakan bir gözle karar verme şansı tanıyor olsa da bunu doğru kullanabilecek kabiliyet az insanda var. Çoğunluk ya etki altında kalarak gördüğü herhangi bir yola öylece giriyor, yahut tepki olarak başkalaşmaya çalışırken zorlama bir davranışla tersine... Sonuçta suni bir kimlik peydah oluyor.
Bunun dışında kent hayatının bireyselleşme yolundaki insanın önüne koyduğu, aklı gölgeleyen pek çok hal var. Bu hallerden biri popüler olanı reddetmek. Az evvel bahsettiğim tepki olarak başkalaşmanın sonuçlarından biri aslında bu. Hak edene layığını teslim etmemeye varıyor bu yol. Ciddi anlamda yaygın bir kültür gibi söz konusu reddediş. Üzerinde düşünerek; estetiktir, derinliktir muhakeme edilerek reddedilmediği için aklı gölgeleyen bir hal olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Bu muhakemelerin yapılıp yapılmadığını kişinin sivri çıkışlarından kolaylıkla anlayabilirsiniz.
Öte yandan bir karakter sahibi olup; bir doğru üzerinde, bir çizgi dahilinde yaşamak isteyen, kısaca yine birey olmak isteyen kentliyi de zor bir ortam karşılıyor. Hele benim gibi septik bir insansanız bunu yapmak çok zor bir iş. Gün boyu onlarca insan ile karşılaşıp hepsine ön yargım olmadan yaklaşıp hepsini anlamaya çalışırken doğru olan nedir seçemez oluyorum. Bazen Ahmet Yesevi gibi kazıp yeri giresim geliyor içine. Tabii "zoon politikon" engeline takılıyorum.
Aslında bireyselleşme yönteminde en başta mı yanılıyoruz? Nihayetinde bu yüksek bir değer. Ulaşmak için birey olmadan, özgün olmadan önce geçirilmesi gereken bir süreç olmalı. Sanatçının sanatçı olana kadar öncülerinden süzerek sentezlediği kişiliğini mukayeseyle düşünüp, oradan öykünmek bireyselleşme adına mantıklıca olabilir. Gerçi burada yine başa dönüyoruz. Bu; kabiliyet gerektiren, uygulamalı bir varoluş sürecine benziyor.
Aklını kullanarak her şeyin üstesinden gelebileceğini düşününen ben (bu kentin değil Kant'ın getirdiği bir düşünüş biçimi) bir yazımı daha yargısız tamamlıyorum. Kafam karışık. Çıkardığım umumi sonuçlar da başka yazılara "başlık" olacak kadar geniş, net değil.
İstisnaların varlığı saklıdır. Ancak bu "başlıklar" belki bir gün kentte yaşayan herkesin kentli olmadığını, kentli hep kendi içinde yaşasa da kentlinin hiçbir zaman birey olamadığını ifade edebilir.
18 Haziran 2016 Cumartesi
Ünlemsiz Bir Gece
Kadife sokaktayım. Yine buluşma saatinden çok erken geldim. Ne de olsa birilerine rastlarım. Karga'nın kapısındaki suratsız adam orada, sokak kalabalık, bütün simalar tanıdık ama kimseyi tanımıyorum. Kalabalık hareket alanımı kısıtladı. Biraz öteye açıldım. Bir zabıta geldi. Burada içme, sokak sakinleri rahatsız oluyor dedi. İtiraz etmedim. Tekrar kalabalığın içine girdim. Dirseğimi michael kors çantalı kadına değdirmeden içmeye çalışıyorum.
Elimdeki bitti. Başımda bir şeyler satmaya çalışan çocuğu (sanırım akşamında üçüncü kez) def ettim. Yeni ve dolu bir şişe edindim. Tanışmadığım tanıdık simalar sarhoş. Ben durup dikiliyorum. Önümden geçerken şerefe dostum deyip kadeh tokuşturuyorlar. Alüminyumu cama vurunca ses gelmiyor, hoşuma gitmiyor. Ötede uzun süredir bana bakan beş erkek var. Yüksek sesle konuşuyorlar, ihtimal liseliler. Gel, yalnız takılma dediler. Kabalık olmasın diye reddetmedim. Üstelik sıkılmıştım da. Gayri ihtiyari geçtim yanlarına. Geçmez olaydım. Muhabbet gerçekten keyifli değil. Okulumu sordular. Biraz övdüler. Benim orada arkadaşım var dediler. Tanımadığım bir isim söylediler. Tanımıyorum dedim. Tuvalet bahanesiyle kaçtım yanlarından.
Yolda arkadaşlarıma rastladım. Oh dedim, sonunda geldiniz. Bir mekana oturduk. O esmer kızın vardiya saatiydi. Yine şişeler aldık. Sonra eskilerini verip yenilerini aldık. Bunu birkaç kez tekrarladık. Uzun uzun konuşup bir zaman evlerimize dağıldık. Biz günün çocukları, alışageldik işlerimizi bu gece de tamamladık.
Elimdeki bitti. Başımda bir şeyler satmaya çalışan çocuğu (sanırım akşamında üçüncü kez) def ettim. Yeni ve dolu bir şişe edindim. Tanışmadığım tanıdık simalar sarhoş. Ben durup dikiliyorum. Önümden geçerken şerefe dostum deyip kadeh tokuşturuyorlar. Alüminyumu cama vurunca ses gelmiyor, hoşuma gitmiyor. Ötede uzun süredir bana bakan beş erkek var. Yüksek sesle konuşuyorlar, ihtimal liseliler. Gel, yalnız takılma dediler. Kabalık olmasın diye reddetmedim. Üstelik sıkılmıştım da. Gayri ihtiyari geçtim yanlarına. Geçmez olaydım. Muhabbet gerçekten keyifli değil. Okulumu sordular. Biraz övdüler. Benim orada arkadaşım var dediler. Tanımadığım bir isim söylediler. Tanımıyorum dedim. Tuvalet bahanesiyle kaçtım yanlarından.
Yolda arkadaşlarıma rastladım. Oh dedim, sonunda geldiniz. Bir mekana oturduk. O esmer kızın vardiya saatiydi. Yine şişeler aldık. Sonra eskilerini verip yenilerini aldık. Bunu birkaç kez tekrarladık. Uzun uzun konuşup bir zaman evlerimize dağıldık. Biz günün çocukları, alışageldik işlerimizi bu gece de tamamladık.
Atıp Tutmayınız
Sahip olmadığım bir eşyayı, konumu (hele ki konu radikalse) aleni bir şekilde eleştirme hakkımın olmadığını düşünüyorum. Varsayım üzerinden konuşmak kolaycılığa kaçmak sanki. Burada söylemeye çalıştığım, bir olay üzerinde düşünürken ihtimalleri konuşmaktan başka bir şey. Gelecekte doğru kararlar vermek için ihtimaller her zaman değerlendirilmeli. Ancak lüks bir araba almaya yetecek malvarlığım yoksa lüks bir araba sahibi olmanın kötülüklerinden bahsedip buna sahip olanları (ideolojik veya çeşitli sebeplerden) yerden yere vurmamalıyım. Yahut yardıma muhtaç bir yoksulsam bağış yapmaktan kaçınan zenginlere hayıflanmamalıyım. Her ne kadar kendi düşüncelerimin samimiyetine güvensem de böyle konuşmanın dışarıdan nasıl karşılanacağı da önem teşkil ediyor. Anlattığımı insanlar kibarlığını bozmayıp kafalarıyla onaylasa da içlerindeki "hadi adam sen de" seslerini duyar gibi olurum, tadım kaçar.
Bu yüzden tartışmaya yer vermez bir sav edilecekse, "ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz" sözünden hareketle davranmak gerekir. Yani bu konuda yöntem, kendi vaziyetinden daha iyi bir vaziyette bulunduğunu varsayarak, "ben olsam"la başlayan cümlelerle atıp tutmak olmamalı.
Öyle de yapıyorum. Öğrencilik hayatımın bir kısmını tembel bir dönemle atlattım. Bu dönemde hep çalışkan arkadaşlarıma saygı gösterdim. Hiçbir zaman "çalışsam ben de yaparım, ne var ki" vesair bir tutum takınmadım. Sonra bir gün çalıştım, yaptım ve roller değişti. İnsanlardan da bu özeni bekledim, olmadı (daha çok beklersin).
Özensizlik canımı sıkıyor ve bazen insanları uyarmaya yeltendiğim oluyor. Ama konu o kadar hassas ki hareket alanı bırakmıyor. Zaten ahlak dersi verecek bir insan da olmadığımdan yine içe dönüp kendimi yiyorum. Bu yazıyı da birileri okur, belki kendini düzeltir diye faydacı bir düşünceyle yazmıyorum. Ağır ağır, manalı manalı dikteler görünce kusasım gelir hep. Her neyse, belki birileri derdimi paylaşır diye yazmış bulundum. Gerçi ne var ki siz de yazarsınız.
Bu yüzden tartışmaya yer vermez bir sav edilecekse, "ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz" sözünden hareketle davranmak gerekir. Yani bu konuda yöntem, kendi vaziyetinden daha iyi bir vaziyette bulunduğunu varsayarak, "ben olsam"la başlayan cümlelerle atıp tutmak olmamalı.
Öyle de yapıyorum. Öğrencilik hayatımın bir kısmını tembel bir dönemle atlattım. Bu dönemde hep çalışkan arkadaşlarıma saygı gösterdim. Hiçbir zaman "çalışsam ben de yaparım, ne var ki" vesair bir tutum takınmadım. Sonra bir gün çalıştım, yaptım ve roller değişti. İnsanlardan da bu özeni bekledim, olmadı (daha çok beklersin).
Özensizlik canımı sıkıyor ve bazen insanları uyarmaya yeltendiğim oluyor. Ama konu o kadar hassas ki hareket alanı bırakmıyor. Zaten ahlak dersi verecek bir insan da olmadığımdan yine içe dönüp kendimi yiyorum. Bu yazıyı da birileri okur, belki kendini düzeltir diye faydacı bir düşünceyle yazmıyorum. Ağır ağır, manalı manalı dikteler görünce kusasım gelir hep. Her neyse, belki birileri derdimi paylaşır diye yazmış bulundum. Gerçi ne var ki siz de yazarsınız.
1 Haziran 2016 Çarşamba
Bir Ölüm
Son perde de oynanıp oyun bittikten sonra, "vasat oyuncular, güzel senaryo" (hiçbir şeyi tam beğenmezdi) diye geçirdi içinden. Kafasında sonraki oyuna dair soru işaretleriyle alkışlamaya başladı sahnedekileri. Takıntı derecesindeki meraklılığı ve bir sonraki oyunun 3 ay sonra oluşu gerginligini daha da arttırdı. Bu haline ek bir de girişte ikram edilen kokteyllere rağmen bilete verdiği paranın karşılığını alamadığını düşündü. Para umrunda değildi ancak "karşılık" bütün ilişkilerinde gözettiği bir ögeydi. İyice tadı kaçtı. Hatta bir ara galeyana gelip kulise girmeyi düşünse de neden sonra bunun makamının ağırlığına uygunsuz düşecek bayağı bir hareket olacağında karar kıldı. Giderayak kendini küçük düşürmeye gerek yoktu. Bir şeyleri geciktiriyor gibi usul usul paltosunu giyip yavaşça arabasına yürüdü.
Her zaman yaptığı üzere şoför koltuğuna oturduğu an aynalarını kontrol etti ve henüz motoru çalıştırmadan emniyet kemerini taktı. Kuralcı karakterinden asla taviz vermezdi. Hatta insanların gözüne batması içten içe hoşuna giderdi. Yıllar yılı vites değiştirdiği anlar dışında yol boyunca iki eliyle sıkıca tuttuğu direksiyonunu (bu da bilindik takıntılarından biriydi) son kez bıraktı. Asansörü kullanmadı. Eve girdi, soyunup dökündü. Duş aldı. En güzel takım elbisesini giydi (intiharı kutsamak onun için okuduğu romanlardan bir özentiydi). Tabancasına susturucuyu takıp yatağında oturmuş son anlarını yaşarken izlediği tüm tiyatroları düşündü. Nedense o meşhur "oyunlarla yasayanlar" yeni bir anlam kazandı. Başka bir şey (belki kendini) çağrıştırmıştı o an. Üzerine şairin dizeleri belirdi gözünün önünde. "Kimse duymadan ölmeliyim / ağzımın kenarında bir parça kan bulunmalı". Belli belirsiz, zoraki güldü. Namluyu ağzına aldı, çok önceleri aldığı kararı uyguladı.
Her zaman yaptığı üzere şoför koltuğuna oturduğu an aynalarını kontrol etti ve henüz motoru çalıştırmadan emniyet kemerini taktı. Kuralcı karakterinden asla taviz vermezdi. Hatta insanların gözüne batması içten içe hoşuna giderdi. Yıllar yılı vites değiştirdiği anlar dışında yol boyunca iki eliyle sıkıca tuttuğu direksiyonunu (bu da bilindik takıntılarından biriydi) son kez bıraktı. Asansörü kullanmadı. Eve girdi, soyunup dökündü. Duş aldı. En güzel takım elbisesini giydi (intiharı kutsamak onun için okuduğu romanlardan bir özentiydi). Tabancasına susturucuyu takıp yatağında oturmuş son anlarını yaşarken izlediği tüm tiyatroları düşündü. Nedense o meşhur "oyunlarla yasayanlar" yeni bir anlam kazandı. Başka bir şey (belki kendini) çağrıştırmıştı o an. Üzerine şairin dizeleri belirdi gözünün önünde. "Kimse duymadan ölmeliyim / ağzımın kenarında bir parça kan bulunmalı". Belli belirsiz, zoraki güldü. Namluyu ağzına aldı, çok önceleri aldığı kararı uyguladı.
24 Nisan 2016 Pazar
Muamma
Şuan ne kadar mutsuz olursam olayım, geleceğe yönelik içimde hep bir umut var. Bu umudu muhafaza etmemi sağlayan çeşitli nedenler var. Hayat öngörülemez bir süreç çünkü. Kiminle evlenip (ya da evlenecek miyim ?) ne şekilde para kazanacağımı bilmiyorum. İstediğim gibi şekillendiğinde bunların kaygılarımı gidereceğini, hayatımı daha güzel bir hayata evireceğini umuyorum.
Ancak bir sabah yatağımda, çok sevgili eşimin yanında rutin günlerden birine gözümü açıp, çocuklarımı okula bırakıp pek muteber ve bol paralı işime giderken yolda yine şimdiki bu aynı hissi duyarsam gerçekten mutsuz olacağım. O zaman ne yaparım hiç bilmiyorum. Beni hayata bağlayan duyguyu tükettiğimi fark edip intihar etmem (o kadar bencil biri değilim, sanırım korkuyorum da) bundan eminim. Gerisi muamma.
Bir ihtimal ise tüm bu senaryo mantık dışı bir savunma mekanizması. Ve hepsini içgüdüsel olarak nasıl kurguladıysam (telkin edilmek ihtiyacından), o an tekrar beni mutlu edeceğini beklediğim bir senaryo yazar, bekler, yaşar, bir daha yazar, ölene kadar yazarım.
Bu şekilde düşünüldüğünde, ruhsal sıkıntıları kişiliğine az buçuk tesir etmiş bir insanın, ömrünün hiçbir dönemini (anlık heyecanlar dışında) mutlu geçiremeyeceği çok da gerçek dışı gelmiyor bana. Ancak her şeye rağmen iyi için denemek lazım. Başka türlüsü samimiyetsiz olur.
26 Mart 2016 Cumartesi
Bir Gökyüzü Gördüm Allara Bürünmüş
Yüzündeki her kıvrımı biliyorum
Çillerini tek tek saydım
Her seferinde unutup baştan aldım
Bakışım burnuna takılıyor ne kadar denesem
O kadar küçük
O kadar güzel
Mutluluk butonum olurdu
Ah dokunabilsem
Yüzündeki her kıvrımı biliyorum
Uzun süre bakamıyorum
Dayanamam
Pek az saniyelik kaçamak bakışlarla
Gözlerini de kazıdım aklıma
Her gece tavanda belirir onlar
Yüzündeki her kıvrımı biliyorum
Çenendeki ufak nokta
Tohum bile almaz belki ama
Ben büyüdüm içinden
Yanakların kızarırken
Yüzündeki her kıvrımı biliyorum
Ve denebilir ki
Gördüğüm en güzel şeysin
Seni seviyorum
10 kasım salı 2015/ 08:26
Pek yatkın olmamama karşın zamanında böyle bir şiir yazmış bulundum. Abartılı veya samimiyetsiz gelebilir, bana dahi öyle geliyor, üzerinden çok zaman geçti. Fakat sabahın köründe, yatakta mırıldanarak duygu yoğunluğu içinde yazılmış dizelerdi. Sonda dipnot şeklinde tarih ve saati belirtmemin nedeni de lale devri lirizmine kapıldığım anların az ve özel olduğunu vurgulamaktı. Normalde yazdıklarımın tam tarihine dikkat etmem ama yazarken bile anlamıştım nadir bir an olduğunu. Her neyse. Muhatabına değil de yine sizlere ulaşan ne idüğü belirsiz bu şiirin içinden en azından birkaç kısım gözünüze çarpar umarım. Çarpmaz ise de mazur görün. Görüşmek üzere.
Çillerini tek tek saydım
Her seferinde unutup baştan aldım
Bakışım burnuna takılıyor ne kadar denesem
O kadar küçük
O kadar güzel
Mutluluk butonum olurdu
Ah dokunabilsem
Yüzündeki her kıvrımı biliyorum
Uzun süre bakamıyorum
Dayanamam
Pek az saniyelik kaçamak bakışlarla
Gözlerini de kazıdım aklıma
Her gece tavanda belirir onlar
Yüzündeki her kıvrımı biliyorum
Çenendeki ufak nokta
Tohum bile almaz belki ama
Ben büyüdüm içinden
Yanakların kızarırken
Yüzündeki her kıvrımı biliyorum
Ve denebilir ki
Gördüğüm en güzel şeysin
Seni seviyorum
10 kasım salı 2015/ 08:26
Pek yatkın olmamama karşın zamanında böyle bir şiir yazmış bulundum. Abartılı veya samimiyetsiz gelebilir, bana dahi öyle geliyor, üzerinden çok zaman geçti. Fakat sabahın köründe, yatakta mırıldanarak duygu yoğunluğu içinde yazılmış dizelerdi. Sonda dipnot şeklinde tarih ve saati belirtmemin nedeni de lale devri lirizmine kapıldığım anların az ve özel olduğunu vurgulamaktı. Normalde yazdıklarımın tam tarihine dikkat etmem ama yazarken bile anlamıştım nadir bir an olduğunu. Her neyse. Muhatabına değil de yine sizlere ulaşan ne idüğü belirsiz bu şiirin içinden en azından birkaç kısım gözünüze çarpar umarım. Çarpmaz ise de mazur görün. Görüşmek üzere.
21 Mart 2016 Pazartesi
Esasen
Cemiyet içinde pek konuşmuyorum. Ne kadar konuşursam o kadar anlaşılmıyorum. Ben artık yanında çok konuştuğum, isteyerek, rolsüz konuştuğum birini istiyorum. Fakat o ideal insanı bulmak o kadar kolay olmuyor. Çekilişe katılır gibi denedikçe şansınız artmıyor. Aksine yıpranıyorsunuz, duygularınız laçkalaşıyor, inancınız kalmıyor bazı şeylere. Giriş-gelişme-sonuç şeklinde aynı kitapları, müzikleri, filmleri konuşup aynı mekanlarda aynı içkileri içerken bir an yüzüne baktığınız kadının ismini anımsayamamak kendinize olan saygınızı azaltıyor. Kendinize geliyorsunuz.
Sonra söz arasında birden ciddileşiyorsun diyorlar. Ben hep birden ciddileşirim. Çünkü sürekli ciddi olursam hiç anlaşılmam. Ne diyor be bu derler. Poz kesiyor derler. Susarım.
Susmayayım, konuşayım, konuştukça susayayım isterim. Konuşmak için içmek değil de konuştuğum için içmek isterim.
Hayatım birçok sürece gem vurmakla geçiyor. Beni ben yapan (hangi ben?) bir şey bu. Ve bu, şimdiye dek değindiğim gibi kelimelerin ağızdan çıkışına engel olmak değil yalnızca. Esasen düşünme eylemine gem vurmak. Örneğin bir rüyadan kimseye bahsetmemekten öte; gece yatakta tedirginlikle uzanmış, o rüyayı görmeye çekinir olmak gibi.
Alkol bu konuda yardımcı sağolsun. (allah başımızdan eksik etmesin) .Çenemin bağını çözmese de (şüphesiz çözdüğü daha çok olur) zihnimin bağını çözer. Öyle zamanlarda yazarım. Bir de uykuluyken yazarım (pek sevmesem de sanırım böylece sürrealistlerin dediğine geliyorum). Yazdıklarım için el emeği göz nuru diyemem. Göz ucuyla bakıp, el ucuyla yazarım. Bilmem neyi kime anlatmak isterim.
Bilmem çünkü yazdıklarım defter aralarında kalır (yazık. fakat yazdıklarımla aynı kaderi paylaşmam anlamlı. onlar da benim gibi çoğunlukla muhatapsız). Kimse ile paylaşmam. Yahut on yazar bir paylaşırım (şimdiki gibi). Bunun nedeni de karmaşık. Şöyle ki; yazı yazmayı ve bu bağlamdaki her şeyi, mürekkep kokusundan daktilo şakırtısına, klavye tıkırtısına kadar severim. Cümleleri, kelimeleri ve onları kullanmanın matematiğini severim. Bunun yanı sıra yazmanın getirdiği gururu, başarmışlık duygusunu severim. (severim de severim... ben de yalnız tekrirden mi anlıyorum nedir?) İşte bu tür bir sevgiyi düşününce yazdıklarımı paylaşmamam karmaşık. Fakat bunları kendime saklarsam eğer; defter, blog köşelerinde kalan ürünün insanlarca beğenilmeme, kabul görmeme olanağı yok. Sevgimin incinmesi, hevesimin kırılması da söz konusu değil.Bu da kendimi eylediğim yazma işinde devamlılığımı sağlıyor. En nihayetinde yazdıklarımın estetik zevk sahibi "birilerince" (kim onlar?) kabül görme olanağı hep var.
Kendimce kabül görme bahsini hiç açmayayım en iyisi. Dediğim gibi bir şeyler yazmanın bile bir matematiği var. Ben bu işin matematiğini seviyorum. Ne demiş Machbeth: "I'll fight till from my bones my flesh be hacked.", abaküsümü getirin!
Bilmem çünkü yazdıklarım defter aralarında kalır (yazık. fakat yazdıklarımla aynı kaderi paylaşmam anlamlı. onlar da benim gibi çoğunlukla muhatapsız). Kimse ile paylaşmam. Yahut on yazar bir paylaşırım (şimdiki gibi). Bunun nedeni de karmaşık. Şöyle ki; yazı yazmayı ve bu bağlamdaki her şeyi, mürekkep kokusundan daktilo şakırtısına, klavye tıkırtısına kadar severim. Cümleleri, kelimeleri ve onları kullanmanın matematiğini severim. Bunun yanı sıra yazmanın getirdiği gururu, başarmışlık duygusunu severim. (severim de severim... ben de yalnız tekrirden mi anlıyorum nedir?) İşte bu tür bir sevgiyi düşününce yazdıklarımı paylaşmamam karmaşık. Fakat bunları kendime saklarsam eğer; defter, blog köşelerinde kalan ürünün insanlarca beğenilmeme, kabul görmeme olanağı yok. Sevgimin incinmesi, hevesimin kırılması da söz konusu değil.Bu da kendimi eylediğim yazma işinde devamlılığımı sağlıyor. En nihayetinde yazdıklarımın estetik zevk sahibi "birilerince" (kim onlar?) kabül görme olanağı hep var.
Kendimce kabül görme bahsini hiç açmayayım en iyisi. Dediğim gibi bir şeyler yazmanın bile bir matematiği var. Ben bu işin matematiğini seviyorum. Ne demiş Machbeth: "I'll fight till from my bones my flesh be hacked.", abaküsümü getirin!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)